Bumerang - Yazarkafe

14 Ağustos 2011 Pazar

Amsterdam DAY 4&5

City card'ın ne kadar mükemmel bir şey olduğunu düşünerek bu sabahki gezilerimizi de kartla girince free olan yerleri dolaşarak geçirmeye karar verdik. Bu yüzden, önceki gün bulmaya çalışıp yağmurdan dolayı fazla aramaktan çekindiğimiz Fotoğraf Müzesi'ne gidelim dedik. Ama pek dikkat etmeden biraz erken gitmişiz, müze daha açılmamıştı. Fazla beklemeye gerek yok diyerek diğer hedeflerimize doğru yol aldık. Ablamın ısrarla gezmek istediği Ajax stadına gittik önce. Gitmek için yanılmıyorsam 54 numaralı metroya bindik, 4-5 durak sonra stada vardık. Stad ve müze, turlar eşliğinde geziliyordu. Melez bir guide ımız, bizi, transfer odalarından tutun spikerlerin maç sunduğu alana kadar geniş bir yelpazede dolaştırdı. Ajax'ın kupalarını, ünlü oyuncularının takıldığı yerleri, her bir şeyi gördük. Bir sonraki hafta Take that konseri olcakmış, o yüzden stadta çalışma vardı ve çimi göremedik ama olsun.


Stadium'dan sonra çok şirin bir yere gittik. Tabi ki yel değirmenlerine !!! Her yer inek, koyun, keçi. Türkiye'de böylesine çiftlik vari bir yere gitmemiştim ama Amsterdam'da gittim :) Peynir yapılan yerleri gördük ve nasıl yapıldığını ordaki bir görevlinin sunumu aracılığıyla öğrendik. Kaynama sıcaklıkları çok önemliymiş, nem de bir diğer faktörmüş vb. Keçilerle bol bol foto çektirdim. Unutmadan her yer çikolatamsı bir şey kokuyordu. O muhteşem koku eşliğinde bu güzel mekanları dolaşmaya bayıldım doğrusu :)(karnımın feciiii derecede sızlamasına rağmen)

Akşamüstünü Red light'ın ordaki bir kanalın kenarına oturup, gelen geçen botları izleyerek geçirdik. Botların içinde çılgın insanlar sürekli laf atıp durdu, ama ne yalan söyleyeyim Istanbul'dakiler kadar koymadı :P Sonra baktım böyle olmuyor, hemen marketten Heineken'imi kapıp yerime geri döndüm. Hayat güzel yaa, kanal, botlar, güzel evler falan diye düşünürken bir baktım başımda bayan polis memuru. "Sorry you have to throw your drink otherwise you'll have to pay 70 euro" Ben bu lafı duyar duymaz birayı attım tabi. Hatta oturduğumuz yerden de soğudum bir anda. "Yahu herbir şeyi yapmaya izin veriyorsunuz, dışarda içkiye yasak koyuyosunuz, ne garip bir milletsiniz"diye, korkularım engel oldu diyemedim. Bu arada red lightta dolaşırken garip bir şey dikkatimi çekti. Tam emin olmamakla beraber bu red light kızlarından birinin Türk olduğunu düşünüyorum. Camının yanına nazar boncuğu asmışlar, "iblis" yazmışlar. Bunu yapsa yapsa o kızdan rahatsız olan namuslu Türk insanı yapmış olabilir ya da o kızla birlikte olan bir Türk de yazmıştır belki yani bilemedim :)

Sonrasında tekrar hostelimize geri döndük ve gece hayatına atılabilmek için havanın biraz daha kararmasını bekledik. Saat 11-12 gibi dışarı attık kendimizi. Bir önceki gece de takıldığımız Leidsplein'a doğru yola çıktık. Zaten hostelden 1 durak ötede olduğu için yolculuk demek pek doğru olmaz ya neyse. Hem kendime hem de ablama göre bir yer bulma çabasıyla etrafa bakındım durdum, ama kararımı vermiştim, ablamın zevklerine daha yatkın bir yer olmalıydı. Zira benim Doğu Avrupa gecelerinden kalma eğlence anlayışım biraz ağır ve sıkıcı kaçabilirdi ona:) Zaten pek öyle disco vari bir mekan da göremedim. Tüm bu nedenlerden dolayı live music takıldık. Mekan da gayet kalabalıktı. Hemen bir kız ordusunun yanına sindik ama etrafımızı atmacaların sarması çok uzun sürmedi. Bir İspanyol çocuğun bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. 
- Hello. 
- Hello
(What is your name, where are you from bla bla bla)
-Spanish people are crazy, don't trust them. But don't worry I'll protect you.
-???%&%%& ok.
-Also this German guy is crazy. He says that every Turkish girl is meant to marry a German boy.
-so he says!!!
-this friend of mine is dangerous, he wants you..But I won't let him come nearer you.
-Oh, very kind of you.
-Can I kiss you?
-No!
Geri çevirişimden sonra çocuk da üstelemedi gitti şükür. Amaa ondan sonra yanıma yaklaşan diğer İspanyol çocuk resmen yordu beni. Artık içkinin etkisiyle mi ne gece boyunca yılmadı ama ben sonunda pes edip ayrıldım. Ama gecemin tamamı böyle tiplerle geçmedi tabi ki. Şarkılarda eğlenmesini de bildik. Funk  çalıyordu grup, güzeldi.

Amsterdam'da son gün: Artık çok değerli Erasmus arkadaşlarımı görmenin zamanı geldi de geçiyordu. (Zaten son gün yani, bir daha ne zaman görcem.) Yannick 09:30'da, Raphael'de 10:00 da Amsterdam Central Station'a varacaktı. Biz de onlar tren yolculuğu yaptığı sırada checkout işlemlerimizi tamamlayıp, bavullarımızı hostele bıraktık ve istasyona gittik. O andaki bekleyişimi anlatamam, elemanları 1 sene boyunca(hatta 1 sene+ 1 ay :P) görmemişim, bir de çok severim kendilerini :) tüm bu faktörler birleşince haliyle heyecanlıyım :) Yannick tam dediği saatte vardı ve ilk ben gördüm. Bizim istasyonun içinde değil de dışında beklediğimizi sanıp dışarı çıkıyordu. "Yannickkkkkk" diye bağırıp arkasından koştum. O da o anda şaşırdı birden, ama sarıldık falan güzel bir buluşmaydı bence :) 3 ümüz, malum Fransız genç gelene kadar starbucksta takıldık, kahve yudumladık. Raphael'in dediği saate yakın yine istasyonun girişinde beklemeye koyulduk. Beyefendi bir türlü gelemedi. Hadi biz Türk insanı olarak beklemeye ve bekletmeye alışkınız ama Yannick bence bozulmuştu, haha :) Neyse ki 20 dakika sonra geldi, bu sefer ilk ben göremedim, Yannick gördü. Hemen arkamı döndüm sarıldım. Çok değişik ve komik bir kucaklamaydı. 45 dereceyle sağa eğince beni bir an düşücem sandım :) Buluşma safhasını atlattıktan sonra Amsterdam sokaklarına daldık. Raphael öncelikle bizi bir peynir dükkanına soktu, burda değişik çeşit peynirleri tadıp karnımızı doyurduk. Sonra da dışarda yeri olan bir cafede oturduk. Bu sırada hafif yağmur çiselemeye başladı, dışarda oturan tek moronlar biziz heralde diyip alay ettik kendimizle. Ama yağmur çok uzun sürmedi. Raphael'in bildiği güzel yemek yenilebilecek pek çok mekan vardı, haritadan bu yerleri bulmaya çalıştık. Ama bir anda kendimizi Amsterdam varoşlarında bulduk :) Yani varoş diyorsam da, halen Istanbul'un en lüks yerleriyle yarışır merak etmeyin :) Hedeften uzaklaştığımızı anlayıp, burdaki bir terziye girip yol soralım dedik. Hintli terzi ve Raphael 15 dk. boyunca haritaya bakıp durdular, çok komik görünüyorlardı :) Biraz yol tarif etti, iyi ki de etmiş bu sayede tekrar Dam'a ulaşabildik ama maalesef arkadaşın dediği yeri bulamadık, başka bir yerde oturduk.Burda da hoş bir kaç sohbetin ardından uçak saatimizin yaklaşmakta olduğunu farkedip, biz hostele onlar da tren istasyonuna daha sonra yine istasyonda buluşmak üzere ayrıldık. Bu sırada yine yağmur kendini göstermişti. 15dk. sonra geleceğimizi söylemiştik ama nerdeyse 40 dk. sonra istasyona geri dönebildik. Bunda yağmurun etkisi de vardı tabi :P, bir de öndeki tram i kaçırmamızın. Bu defer geç kalan taraf biz olduk tabi :P Yannick ve biz aynı, Raphael ise farklı bir trene binecekti. Bizim trene çok az bir zaman kaldığı için hızlıca vedalaştık. Gariptir,trenin Schipol durağına geldiğini anlamam biraz vakit aldığı için Yannick'le de hızlı vedalaştık :)

Budapeşte'ye doğru tekrar yola çıktık. Her iki arkadaşımdan da buluşmamızın güzelliğine dair hayli hoş mesajlar aldım, sevindirik oldum. Budapeşte'nin gece fotoğraflarını çektiğim sırada  böyle  değerli dostlara sahip olmanın verdiği huzur ve minnettarlık duygularından başka bir şey hissetmiyordum :)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Bumerang - Yazarkafe