Bumerang - Yazarkafe

25 Aralık 2011 Pazar

Fransa Günlükleri 6 - NancY ! :)

Fransa'ya kadar gelmişken bari aylardır görmediğim Erasmus arkadaşlarımı da ziyaret edeyim dedim ve bu amaçla 17 Kasım günü(doğum günümmmm !!! :))  Paris Gare de l'est istasyonundan sabah 9 Nancy trenine atladım. İtalya'da yapmış olduğum dikkatsizliği burada da yapıp biletimi validate etmeyi unuttum :/ Gerçi unuttum demek saçma çünkü bihaberdim. Bu durumda önceden araştırmam gerekirdi, evet. Her neyse bilet kontrolcüsünü kafalamayı başardım bu sefer :) Nancy'e 1 saatlik tren yolculuğunun ardından vardım, vardığımda tren garında Dany karşıladı beni :) Çok özlemişim arkadaşımı yaa. Dany, Erasmus arkadaş çevremizdeki en sosyal en sempatik insandır. Kendisiyle Tatrzanska Yurdu'nda beraber kalıyorduk. Yurdun bahçesinde yaptığı barbeküler, çikolatalı muzlar unutulacak gibi değildi :) Doğum günümü kutlamak amacıyla içinde Nancy'ye özgü şekerler barındıran çok şirin bir kutu hediye etti. Sonra da Jeremie gelene kadar Nancy'deki belli başlı bazı binaları gösterdi. Jeremie Tatrzanska'da Dany'nin oda arkadaşıydı, müzik zevkimiz uyuştuğu için kendisini bilhassa severim :)


Şehir Paris'e kıyasla küçük tabi, ama binalar tamamiyle oraya özgü. Art Nouveau style deniyormuş buna. Ya da halk dilinde Gaudi tarzı :):) Şehir merkezinde bu tarzdaki tüm binaların fotoğrafını çektim. Bu iş hiç zor olmadı, zaten topu topu 10-15 tanelerdi. Dany'nin lisesini de görmüş oldum, hemen tren istasyonunun orda :) Binalar genelde eğitim- öğretim amacıyla inşa edilmiş. Matematik, fizik, müzik, hukuk hepsinin fakülteleri ayrı yapılarda. Jeremie'nin de gelmesiyle Stanislas meydanına gittik. Stanislas, Polonya-Litvanya kralı, Lorraine düküymüş. Kendisinin meydanda bir de heykeli bulunuyor, önünde fotoğraf çekilmeyi es geçmedik tabi ki :)Sonra da Fransa'daki en yaşlı şempanzeyi görmek üzere bir parka gittik :) Parktta ufak bir hayvanat bahçesi vardı ve içinde tavşanlar, geyikler de bulunuyordu. Bir kaç hoş fotoğraf çektim, ardından yağmurun da etkisini göstermesiyle bir bara oturalım dedik. Götürdükleri barda binlerce çeşit bira vardı. 10 tane farklı çeşit bira söyledik. İçtiğim biralardan isimlerini hatırladıklarım; Leffe, Faro, Guinness...Bira şişeleriyle pek çok foto çekildikten sonra Jeremie yanımızdan ayrıldı. Hastanedeki dedesini ziyaret etcekmiş. Biz de Dany ile öğle yemeği yemek üzere "Street of food" olarak tabir ettikleri caddeye gittik. Tipik bir Fransız restaurantından içeri girdik. Yemeklerin fotoğraflarını çekerken yan masadaki kadın "Ay benim küçük çocuğum da böyle yemekleri çekiyor" diyerekten benle alay etmiş, Dany translate etti..:S Ya sabır çekip ben lezzetli kaz ciğerimi bitirdim. Ardından da süper bir tatlı geldi bana ama midemde yer kalmadığı için arkadaşıma takdim ettim.

Yemek sefasından sonra Dany bana Nancy t-shirtü alma konusunda ısrar etti. O sırada bu isteğe bir anlam veremiyordum ama görünce jeton düştü. I (L) NY gibi ama I (L) NancY yazıyor aslında (anc harfleri görülemeyecek kadar küçük :)) Bu esprili t-shirt de aslında Jeremie'nin bana doğum günü hediyesiymiş :) Nancy caddelerinde dolaşmaya devam ettik,  Art Nouveau style diğer evleri ve 14.yy'da inşa edilmiş ve hapishane niyetine kullanılmış kapıyı (Craffe Gate) gördüm. Bu süre zarfında hep Dany'leydim, bir müddet sonra Jeremie hastane ziyaretinden geldi ve küçücük şehirde daha fazla dolanmanın gereği kalmadığını düşünerek bir Irish pub a oturduk. Nancy tamamiyle öğrenci şehri diyebilirim, o yüzden fazlaca öğrenci mekanı var. Bu bar da biraz öyleydi, yeni yetme tipler vardı içerde.Nancy'de bulunduğum gün şarap günü gibi bir şeymiş. Jeremie ile Dany şarap içti, ama ben 10 tane bira ve yemek eşliğinde içtiğim şaraptan sonra bari bir tane daha almiyim dedim ve sıcak çikolataya kaldım. Barın altında bilardo salonu vardı, b sini bilmediğim bilardoyu oynamaya ikna ettiler. Sopayla toplara o kadar komik vuruyordum ki hatta çoğu zaman ıskaladım :S Bariz bir şekilde deliğe sokulabilecek topları yerleştirdiğimde bile seviniyordum :D 3 kişi olduğumuz, ben de çürük olduğum için önce Jeremie ile sonra da Dany ile aynı takımda yer aldım. Her seferinde de Jeremie kazandı, genç tam bir bilardo şampiyonu :):) Zaman ilerledikçe iyice ısınıp doğru düzgün oynamaya başlamıştım. Hatta zaman o kadar ilerlemişti ki az kalsın 6 daki Paris trenimi kaçıracaktım. Koşa koşa gara gittik. Uzun bir aradan sonra arkadaşlarıma kavuşmuş olmanın verdiği tatmin ve mutluluk hisleriyle beraber ışıltılı Paris'e yol aldım :)

23 Aralık 2011 Cuma

Fransa Günlükleri 4&5- Eiffele çıkış, Versailles Sarayı, Cartes Fuarı ve daha birçok şey :P

Biraz geç de olsa sonunda Fransa'da geçirdiğim diğer günleri yazmaya devam ediyorum. En son, gece eğlencesinden bahsetmiştim. Evet eğlendim, otelime döndüm ama otel ahalisini uyandırmam bir hayli zor oldu, 15 dk. dışarda beklemişimdir heralde :S Neyse sonunda yatağıma kavuştum, uyudum fln. Ertesi gün de sabahtan Ramada Hotel'e gittim. Eiffel Petit Louvre ile arasında pek mesafe olmadığı için bulmam kolay oldu. Resepsiyondaki adama rezervasyonumun çıktısını gösterdim. Adam hemen bir bakışta rezervasyonumun düştüğünü söyledi. İçimden "Müneccim misin nesin, nerden çıkardın bu sonucu" diye geçirdim ama dışımdan da söylesem olurdu heralde, bi halt anlamazdı. Ama rezervasyonu bana tekrar göstermesiyle anladım kiii adam haklı beyler..Ve de daha önceden kağıda hiç bakmadığımı anladım :P İlk rezervasyonumu, kalacağımız süre belli olmadan önce 12-17 Kasım diye yazmışız, ama otel masraflarımızı ödeyecek olan şirket sadece 15-17 arasını karşılayacağını belirttikten sonra rezervasyonu değiştirmeyi unutmuşum. Hadi ben bu yüzden gol yedim, ama Cem'in rezervasyon tarihleri gayet de doğruydu. Onunki neden iptal edilmişti ??Tam bu noktada devreye Türk insanının cin fikirliliği, açıkgözlülüğü giriyor demek yeridir heralde. Bizim rezervasyonlarımızı yapan aracı şirket, otel için hep bu tarz rezervasyonlar yapıyomuş ama ne gelen oluyormuş ne de giden. Tahmin edeceğiniz gibi vize mevzusu yüzünden. Biz de (gerçi ben değil, mal gibi tarihlerimi bile yanlış vermişim) bu şirketin kurbanlarından olduk. Hatta belki de firmanın rezervasyonu ile otele gelmiş ilk ziyaretçiler bile olabiliriz :P  

Fransa'da 4. günümüzde ilk gezi rotamız, daha önce tepesine çıkmak isteyip kuyruktan dolayı vazgeçtiğimiz Eiffel'di.Kuyruk muyruk sürecini hızlandırmak adına benle Cem önden gidip biletleri aldık(13,40 euro), Nesibeyle Işık da sonradan geldiler. Kulenin tepesine çıkmak için 2 tane asansör değiştiriliyor. Asansörler de bayaa insan alıyor yani. Tepedeyken bir sürü panaromik fotoğraf çektik. Donmamı engellemek için şampanya içtiğimi hatırlıyorum. Tepede ayrıca, kulenin dünyadaki bazı önemli şehirlere olan yönü ve mesafesi belirtilmiş. Başka da önemli bir şey olmadığını söyleyebilirim. Ama şansımıza ne sis vardı ne bir şey. Etrafı çok güzel gözlemledim ve Cem'in rehberliğinde tüm Paris'i keşfettim. "Şurasıııı Notre Dome!!!", "ha burası daaaa Sacre Coeur!!!" gibi :P

Eiffel maceramız burada sonlanmış oldu, yeni hedefimiz Versailles 'a varmak üzere numarasını hatırlamadığım bir trene bindik. Bizim Nicolas da bu civarda oturuyormuş ama evin tam adresini bilmediğimiz için kendisine uğrayamadık. Bu arada hazır Nicolascığımdan sözü açmışken ailesinden de hemen bahsedeyim. Arkadaşın annesi kemancı, babası flütçü, Paris Orkestrası'nda çalıyorlar.Kardeşi de şarkıcı olmak istiyormuş ama Nicolas bilgisayar mühendisi olmuş ne hikmetse :):) Whatever, biz yine Versailles'a dönelim. Esas durakta indikten sonra malum saraya varmak için hangi yöne gideceğimizi şaşırdık. Hemen yakınımızdaki öğrenci topluluğunun başında bulunan ve iyi ingilizce konuşacağını düşündüğüm bir öğretmeni gözüme kestirdim. Şansıma bir de ingilizce öğretmeni çıkmaz mı =) Sorumu öğrencilerin yanıtlamasını istedi, ama öğrenciler yine fransızca konuşunca dumur oldu ve kendisi cevaplamak zorunda kaldı =)=) Öğretmenin direktifleriyle sarayın yerini bulduk ama içine girmeden önce karnımızı doyurmamız gerektiğini düşünüp bir Pizzeria'ya uğradık. Favori yemeğim olan pesto soslu makarnayı aldım. Sonradan Ayça ve Turgay'ın da yanımıza gelmesiyle Versailles turumuzu başlatmış olduk. Gerçi kapısından geçmemiz bir hayli sürdü, zira en az 100-200 fotoğraf çekilmiş olabiliriz burada. Nesibe, Işık, Cem önden gidip, öğrenci kimlikleri ile sarayın içine girmeyi başarabilirken biz fotoğraf çekmekten dolayı onların gerisinde kalıp bari bahçeyi dolaşalım dedik. Bahçe de ne bahçeydi yahu!! Güzelim havuzlar, etrafında gayet şık heykeller.. Fotoğraf çekinmek için bin türlü kombinasyon denedim. Hatta bir havuzun en az 1 metrelik kenarına tırmanıp, başından sonunda yürüdüm :P Çılgın mıyım neyim :S Zaten resimde de minicik çıkmışım, atraksiyon pek işe yaramadı anlayacağınız :P Sarayın bahçesine ilk girişte genelde yeşil heykeller var. Ama asıl yerin merdivenlerden sonra karşımıza çıktığını söyleyebilirim: İçinde kuğularıyla çok güzel bir göl ve labirent gibi bahçeler...


Tarihi bir mekana gitmek için yanlış ayakkabı seçimi yapıp, topuklu giymiştim :S ( Arnavut kaldırımdaki taşların birbirinden daha ayrık olduğu versiyonu düşünün :S) Bu salaklık yetmezmiş gibi bir de atkı, bere, eldiven üçlüsünden herhangi birini yanıma almamıştım !! Dondum resmen... Saray gezisini bitirip de metroya oturduğumuz sırada ellerimi anca hissedebildim. Ayaklarımı ise hiç...Yeni mekanımız meşhur alışveriş merkezi La Fayette olacaktı. İçerisi gerçekten güzeldi. İlk katta paso kozmetik ürünler  diğer katlarda ise her türlü mağaza, kitapçı vb. vardı. Ama bizdeki alışveriş merkezlerinden farklı olarak özel bir yemek, sinema katı yoktu ve hiç kalabalık değildi. Adamlar; gezilecek, oturalacak çok güzel mekanları varken neden bir alışveriş merkezine tıkılsınlar değil mi?

Alışveriş merkezini de tarayıp bitirdikten sonra etrafta oturup sohbet edilecek şık bir cafe aradık ama bulamayınca bari akşamki yemekte buluşmak üzere otellerimize dağılalım dedik. Israrla ayakkabılarımı  değiştirmek istediğimi belirttiğimden, aslında milleti bu duruma biraz da ben zorlamış oldum. Ama napiyim, çok acıyodu ayaklarım :( Ücretini şirketin ödemesinin verdiği rahatlıkla taksiye bindik =) Otele vardığım gibi ayakkabılarımı değiştirdim ve düz ayakkabının verdiği hafiflikle bir ohhh çektim. Akşam yemeğimizi şirketimizdeki birim müdürleri + yöneticilerle Antrikot restaurantında yedik, ama antrikot değil somun yediğimi belirteyim :P Yemekten sonra da geçen geceyle aynı mekana eğlenmeye gittik. Cabaret diyebiliriz buraya. Ama şarkıcı sayısı bir hayli fazla, öyle ki bir gecede en az 10-15 kişi sahneye çıkıyordur. Çoğu zenci, hatta aralarında Pascal adında bir tane kırık da var :D:D Ama herifin sesi süper yaaa.. Yine de benim favorim adını hatırlayamadığım saçı 3 numara olan bayan. Mekanda bir bayanın doğum günü kutlanıyordu ve gelen konuklar kendi dillerinde "Doğum günün kutlu olsun" sözünü sahnedeki şarkıcıya söylüyordu. Şarkıcı da ne duyduysa aktarıyordu. Biz de baya büyük bir Türk topluluk olduğumuz için bizim dilimizde de happy birthday demesini istedik. Adama el attık, adam ne ayaksınız gibisinden yanımıza geldi.Sözcü olarak beni seçtiler."We wanted to say happy birthday in Turkish". Adam daha dinlemeden ok dedi ve gitti. Bu nasıl bir şeydir ? =)  Neyse bu üzücü olayı bir kenara atıp başka bir itirafta bulunayım. Ben de sahnede oynadım. Evet evet yanlış duymadınız. Pek de içmemiştim aslında, bir anda noldu bana anlamadım. Amaaaan bir daha mı gelcez Paris'e...:P

Ertesi gün fuara uğradık, yani Paris'e asıl geliş sebebimize :P Adamlar gayet güzel hazırlamışlar :P Şaka yapmıyorum, gerçekten beğendim. NFC ile ilgili pek çok ürün tanıtılıyordu. Özellikle dart oyunu çok ilgimi çekti. Kart basmak için kullanılan makineleri ve diğer malzemeleri gördüm :P Bir sürü vatandaşın kartını aldık, ama adamların asıl amacı bizimle iş bağlamak olduğu için pek de sallamadık doğrusu.:) Akşam da Vineeth ile beraber George V restaurantta( fişten ötürü hatırlıyorum :P) bir güzel yemek yediki hatta salyangoz bile denedim. :) Gecenin sonunda, yeni yaşıma arkadaşlarımla beraber Champs-Elysees'teki Haagen Dazs restaurantında girdim :):)

18 Aralık 2011 Pazar

Fransa Günlükleri 3 - Disney Land !!! =)

Paris'te 3. gün. Daha önceki günlerde planlarımızdan ve günbegün yapacaklarımızdan bahsederken "Pazartesi DisneyLand !!" diyip duruyorduk ama Paris'te zaman ilerledikçe ben bu günü başka bir şehirde de geçirebileceğimi düşünüp, "Ay napceeem ki ben ordaaa??" diye söylenip kendi çapımda Disney Land'ı önemsememeye çalışıyordum ( asıl sebebi Roller Coaster'lardan korkmamdı tabi ki deeee!!) Ama gayet de  eğlendim, beğendim, herkese tavsiye ederim =)

Sabah yine erkenden kalkıp haritada bile gösterilemeyecek derecede bize uzak olan Disney'e doğru yola çıktık. 71 Euroluk( eğlence parkı + studio) biletlerimizi aldııııık ve Mickey'e kavuşmak için var gücümüzle parkın içine daldık. Neden koşuşturduğumuzu halen anımsamıyorum =)Ama ilk space mountain 'a bindik, onu hatırladım. Binmeme konusunda çok ısrarcı davranmıştım ama arkadaşlarım " Gel yaa öle ayrı gayrı olmazzz" diyip beni ikna etmişlerdi. Endişe ettiğim gibi olmadı ama çok acayip beğendiğimi de söyleyemicem. Zaten sağdaki resimden halimi anlayabilmişsinizdir :P Sonrasında da Star Wars a gittik. Uzayda dolandık, durduk. Bir hayli midem bulandı burada. Bir sonraki hedefimiz Karayip Korsanları'ydı!!!Bir bota binip sularda geziniyorduk. Ama burada asıl dikkat çekici şey mekandaki dekorlardı. O kadar gerçekçi hazırlamışlar ki kendimi filmin setinde hissettim. Karanlık sulardan çıktıktan sonra arka arkaya iki roller coaster a bindik. Bir tanesi acayip eğlenceli olan Indıana Jones'tu. Artık adrenalin salgılamaktan başka bir şey yapmayan vücudum :P heyecanın her türlüsüne alışmıştı. Eğlenmenin yanında bağıra çağıra stres de atıyorduk, o kısmı da süperdi :D Studio'ya varmadan önce trene binip korku evine girdik. Tren gayet başarılıydı ama korku evini hiç beğenmedim. Korkmadım yahuuuu :D 


Studio'da bindiğimiz araçlardan ilki Rock'n Roller Coaster'dı. Girişinde AC/DC, Pink Floyd gibi müdavimi olduğum çeşitli grupların plakları, gitarları sergileniyordu. Tam binmeden önce de Aerosmith üyeleri, Jaded parçası eşliğinde bineceğimiz şeyden haberdar olmamız için ufak açıklama yapıyorlardı =)Aslında buna pek gerek yoktu, 586965865 km/sn kare ivmeyle hareket ettiğini görünce nutkumuz tutuldu. Feci çığlıklar eşliğinde yolculuğu tamamladım :D Ama ilk başta ne kadar tedirginsem bittiğinde de tekrar binmek için bir o kadar hevesliydim. =) Sonra yeniden gelmeyi kararlaştırıp, Roller Coaster'dan aşağı kalır yanı olmayan Tower of Terror' gittik ( Az önce nette bu ismi araştırırken bizim Disney'de bulunmamızdan 1 hafta sonra bir çocuğun bu alete binip kötürüm olduğu haberini gördüm :S, ucuz kurtulmuşuz :P) Turgay'ın tutması gereken demiri de tutarak kendimi sağlama aldım ve aracın hareket ettiği tüm süre boyunca çığlık atmaktan yılmadım :)Ama asıl bombanın Nesibe, Işık ve Cengiz'in resmi olduğunu sonradan öğrendik. Nesibe bağırırıp saçları havada uçuşurken diğerleri buna bakıp sırıtıyor :) Yemeğimizi bir fast foodta yedik( fişini kaybettiğim için kendimi affetmicem :P) Sonra tekrar Rock'n Roller Coaster, studio'yu dolaştıran tren, sudaki Roller coaster derken saat 6 ya yaklaşıyordu ve  studio kapanacaktı. Biz de diğer tarafa girip caddelerde takıldık, şatoyu dolaştıık. İnanamayacaksınız ama atlı karıncaya ( Merry Go Round) bile bindik. :):) Bir ara prensesin peşinden şatoya koştuğumuzu da hatırlıyorum :) Ama hemencecik kapıyı üzerimize kapatmışlardı :( Saray insanları hep böle yaa, bir ara Disney Land devrimi de yapmak gerekecek galiba :P:P Gece, diğer Disney Land ahalisi ile beraber Mickey ve arkadaşlarının geçiş törenini beklemeye koyulduk. Baya da kalabalıktı içerisi, öyle ki kameramla doğru düzgün bir çekim yapabilmek için tek ayağımın üzerinde duruyordum. Neyse ki çok geçmeden bizimkiler sahneye çıktı. En ön safta Mickey, ardından Minnie, bir kaç kötü şahıs, kelebekler, periler ve prensesle prens. Bu sıralarda grubumdan uzaktım, sonradan öğrendim ki Mickey geçerken Işık gaza gelip "Mikiiiiiiiiiiii!!!" diye bağırmış, Mickey de ona "Hi there" diyip el sallamış. :):) Güzel bir anı gerçekten :)

Disney Land maceramız böylelikle bitmiş oldu. Yine uzun bir yolculukla gerisin geri merkeze döndük. Diğer arkadaşlar farklı otellere yerleşmek üzere yanımdan ayrıldılar :(  Akşam hep beraber Champs- Elysees'te 30 euroluk şık bir yemek yedik, Bordeaux şarap, beef &potato. Mmmmmmm  =) Yemek esnasında Cem aradı, o sırada Paris'e yeni varmıştı. Otelde rezervasyonunun iptal olduğunu söylemişler ve barınabilmesi için zar zor bir family dorm ayarlamışlar :S:S Aynı sorunu sabah yaşayacağımdan habersiz St-Michel'de bir mekana, vur patlasın çal oynasın eğlenmeye gittim :S

15 Aralık 2011 Perşembe

Fransa Günlükleri -2 Mona Lisa'yı dünya gözüyle görüş ve ışıltılı Eiffel =)

Paris'teki ikinci günümüzde sabah erkenden uyandık. Öncelikle otelin yakınlarındaki bir pastaneden croissantlarımızı ve tartlarımızı aldık. ( Bir de poğaçaya benzer bir şey aldık, adını hatırlamıyorum) Sonra da metromuza binip Tuileries bahçelerine doğru yol aldık. Bu arada Paris metrolarının güzel bir özelliğini de paylaşmadan geçemeyeceğim. Akordeonlu, flütlü pek çok çalgıcı herhangi bir duraktan pat diye girip metro sakinlerine süper müzik şöleni verebiliyor. O sabah da romantik bir parça eşliğinde Eiffel manzarasının tadını çıkardık. Ama her zamanki gibi para vermedik :P

Tuileries bahçelerindeki sandalyelere oturup entel dantel pozlar verdikten ve de Türk gibi yemeklerimizi yedikten sonra :D Louvre'a yöneldik. Sonunda Mona Lisa'yı görebilecek olmanın sevincini yaşıyordum ama müzeyi gezip dolaştıktan sonra cahilliğimden dolayı önceden pek bilmediğim pek çok değerli eserin varlığını öğrenmiş oldum. Girişte müzede görülmesi gereken belli başlı eserlerin resimlerinin ve koordinatlarının bulunduğu bir broşür verdiler. Biz de burada açıklanan eserlere öncelik vererek gezimizi sürdürdük. Bunlar arasında şu anda hatırladığım; Turkish Bath( haremi resmetmişler), Aphrodite heykeli, Napoleon apartmanları, Napoleon'un eşinin taht giymesinin resmi, Jan Van Eyck 'ın (Brugge'da heykelini gördüğümden beri bu adamı seviyom :P) the Virgin of Chancellor Rolin'i, vb.  Bunların dışında daha bir sürü eserin notunu ve fotoğrafını aldım :) Müzede dikkatimi çeken başka bir şey de zamanında Fransız sömürgesi olmuş coğrafyalardan çalınıp çırpılmış tonlarca eserdi. Adamlar piramiti taşımışlar nerdeyse yaa. :S Ayrıca Meksika'dan bile eser vardı ama bulunduğu konum her yöne uzak olduğu için kendisine kavuşmak mümkün olmadı. Son olarak müzeyle ilgili genel yorumum şudur: labirent adeta, eser bulma işi define avı gibi oldu resmen, ama şu ana kadar gezip dolaştığım en sanatsal mekandı. Brüksel'de bulunan ve benim için manevi değeri çok büyük olan  Musical Instruments Museum'dan sonra en beğendiğim müzeydi =) Müze turu bittiğinde bacaklarımı hissedemiyordum :S:S

Louvre civarından öyle kolay ayrılmadık. Cam piramiti tutar, kavrar gibi bir sürü foto çekildikten sonra, hem Paris'e an itibariyle varmış olan arkadaşlarımız Turgay ile Ayça'yı bekleme, hem de biraz soluklanmak için müze bahçesindeki bir cafeye oturduk. Henüz şirketin yemek masraflarımızı karşıladığı tarih aralığında olmadığımız için (14 - 18 Kasım) sadece çay fln aldık ve tedbirli gelmiş arkadaşımız Işığın beraberinde getirdiği balık kraker + benimo ları götürdük =) Çok geçmeden diğer arkadaşlarımızla buluştuk ama onlar müze etrafından biraz daha takılmak istedikleri için Champs Elysees'e onlarsız yürüdük. Champs Elysees  beklediğim gibi çıkmadı =( Buraya daha önce gelmiş arkadaşlarım etrafta çok şık insanlar göreceğimi belirtmişlerdi ama nerdeeeee =( Ben daha çok evsiz tipler gördüğümü anımsıyorum. Tamam, hali vakti yerinde kişiler de vardı ama modayı süper takip ettiklerini söyleyemem ya da ben anlayamadım. Mağazalara girmeyi ihmal etmedik. Özellikle Louis Vuitton'u baştan aşağı dolaştık (Çünkü içine girebilmek için kuyrukta beklemiştik!! ) Turgay'lar da geldiğinde Arch de Triumph'ün akşam halini çektik ve Eiffel'e doğru yürüdük.

Eiffel'e gitmek için bir hayli yol yürüdük, artık son metrelerde gerçekten tükendiğimi hissettim. Gün içerisinde 15 km fln yürümüştük heralde (Louvre ile beraber). Ama sonunda o yüce kuleye vardığımızda ışıl ışıldı. 100 e yakın fotoğraf çekmişimdir heralde. Merdivenlere oturdum ve sadece kuleyi seyrettim. Önümde öpüşen çiftler dikkat dağıtmasına rağmen :):):) Way beee gerçekten güzel bir manzaraydı (Eiffel'i kastediyorum tabiki de :)) Böylelikle Paris'te bir gün daha sonlanmış oldu. Ama içimizdeki heyecanda en ufak bir eksilme yoktu :)

12 Aralık 2011 Pazartesi

Fransa Günlükleri -1 Hızlı Paris turu ve eski dostlarla güzel dakikalar =)

Hiç aklımda yokken birdenbire kendimi Paris'te buluverdim :P Kurban bayramında Fransa'ya gitmeyi planlıyordum hatta Lyon'a bilet bile almıştım( Pegasus'taki indirimden 170 tl ye :D) Ama şirketteki iş yoğunluğundan dolayı bu planı hayata geçirememiştim. Daha sonra, ne büyük şansttır ki 15-17 Kasım tarihleri arasında Cartes fuarı için olan iş gezisine kıl payı dahil oldum :) Geziye beraber gittiğim arkadaşlarla vize işlemlerimiz son dakikada tamamlandı ve 12 Kasım tarihinde sabah 6 uçağıyla Paris semalarına doğru yol aldık.

Paris'e giden ilk posta ben, Işık, Nesibe ve Cengiz 4 lüsünden oluşuyordu. Havaalanından Eiffel Petit Louvre Hotel'e gidebilmek için metro kullanmamız gerekiyordu. Bu konuda şanssızlığımız üzerimizdeydi, neden derseniz, 14 Kasım'a kadar fln havaalanından metro çalışmıyormuş :S Bu sebeple önce havaalanının içinden metrovari bir araçla shuttle a , shuttle la da otelimize kadar gidilecek pek çok line'a sahip Paris metrosuna doğru yol aldık. Paris metrosu gayet geniş bir alanı kapsıyor. Ama maalesef bazı duraklarda ( hatta belki çoğunda ) yürüyen merdiven yok. O yüzden kocaman valizleri vargücümüzle merdivenlerden indirip çıkardık. İlk bindiğimiz metroda Nesibeyle ben 4'lü koltuğa karşılıklı oturduk. Valizlerimizi de haliyle yanımıza koyduk. Ama metro kalabalıklaşmaya başladıkça insanlar yanımızdaki boş koltuklara oturmak istedi. Benim yanıma Bob Marley saç modeline sahip sevimli bir zenci geldi ve valizlerden dolayı koltuğa eciş bücüş oturmasını sorun etmedi. Ancak sonraki istasyonlardan birinden binen, geleneksel Afrika giysilerine sahip+başörtülü bir bey amca Nesibe'ye öfkeyle bir şeyler söyledi. "Neden bu valizleri burada tutuyorsun?" gibi bir cümle olsa gerek. Ama neyse ki Bob Marley onu sakinleştirdi. Kalan yolculuğumuzu da sorunsuz belasız tamamladıktan sonra Dupleicx'e varmış bulunduk. Otelimize yerleştikten hemen sonra da Eiffel'e koştuk :) Burada bir sürü fotoğraf çekildik, kulenin taa tepesine de çıkmak istedik ama (cumartesi günü olmasından dolayı belki de) feci kuyruk vardı. Bunun üzerine başka bir gün tekrar şansımızı denemeyi kafamıza koyup nehir kenarından yürüdük. New York Caddesi gibi bir yer olduğunu hatırlıyorum. Neyse kendi hafızamla övünmeyi bırakıp geziye döneyim :) Sonraki rotamızı Saint Michel - Notre Dame olarak belirledik. St- Michel'de bol bol Yunan restaurantı vardı, hiç kebapçı yoktu =( Polonya'da böyle miydi ah ahhh =) Notre Dame da bayaa ihtişamlıymış doğrusu. Özellikle camlarındaki mavi ışıklı motifler gayet göz alıcıydı. Katedrale yeni çan ekliceklermiş, 2013'e yetiştirmeye çalışıyorlarmış vb. Dini ziyaretten sonra Pompidou tarafına gittik. Pompidou , adını Fransa başkanı Georges Pompidou'dan alıyor. Sanat ve kültür merkezi oluyor kendileri. Not: İçine girmedik :P

Les Halles taraflarında ufak bir geziden sonra Saint Rue Denis'e gittik ve burda falafel restaurantta kebapları götürdük :) Tam o sırada Nicolas ile buluşmaya çalışıyordum, caddenin adını bir türlü doğru söyleyemedim, rezil oldum fln :P Neyse ki sonunda Sephora'nın önünde :P karşılaşmayı başardık. Arkadaş hiç değişmemiş. Halen uzun ve yakışıklı :P:P Çok severim kendisini. Zaten diğer arkadaşlarım da sevdi. Akşam hep beraber St. Michel - St. Germain taraflarında bir bara gittik. Fransa'daki ilk şarabımı burada denedim =)( Ve de ilk süper yakışıklıyı da burada gördümm, barmeniii =P  ) Futboldan programlamaya geniş bir yelpaze hakkında bir kaç hoş sohbetten sonra Nicolas ile sonra tekrar görüşmek üzere vedalaştık. Ayrılırken benle Nesibeyi öpüp erkeklerle sadece tokalaşması da ayrı bir espri kaynağı oldu, eheh =)
Gün bitmek üzereydi ama biz daha bitmemiştik ve Paris turumuza tam gaz devam ettik. Montmarte'ye Moulin Rouge tarafına geçtik. Buranın hep tehlikeli bir erkan olduğunu duymuştum ama bana gayet normal bir yer gibi geldi. Moulin Rouge'a girmeyi çok istiyordum (bayan olmama rağmen =)) Merak ediyordum yani :P Ama kimse girmeye yanaşmadı ühüüü =(. O zaman bari Sacre Coeur'a çıkalım gidelim dedik, teleferik yardımıyla tepeye çıktık, ama daha merdivenler vardı. Merdivenlerden bazilikaya doğru bakarken, bana bir yerlerden tanıdık gelen bir sesin varlığını hissettim. Az daha yakınlaşıp suratını da seçince bir de baktım kii Hintli arkadaşım Vineeth !! Bir arkadaşımı tamamen tesadüf eseri Paris'te bulmanın şaşkolozluğunu yaşadım bir süre. "Beni tanıdın mı?" dedim. Tabi ki de tanıyacaktı =) Beraber İsveç, Danimarka, İtalya turu yapmıştık o kadar =) Sürekli fotoğraflarımızı çektirmiştik kendisine, ehehehe =) Numaralarımızı alıp sonra görüşmek üzere sözleştik ve onu merdivenlerde arkadaşlarıyla beraber bırakıp Ressamlar Tepesi'ne yöneldik. Pek de Ressam yoktu doğrusu, çoğu da süper resmedemiyordu kişileri. Burda bir Heineken patlattık ve artık acayiiiip derecede yorulduğumuzu anlayıp sevgili otelimizin yolunu tuttuk. Bir sonraki günki mutlak hedefimiz Louvre'du =)

4 Aralık 2011 Pazar

I did it my way

Bugün hayatımdaki bir defterimi kapatıp yeni ve güzel bir pencere açmak üzere harekete geçiyorum. Tarihi yazdınız mı bir kenara:P 5 Aralık .. Owww. Bundan böyle her sene bu tarihi kutlarız.:P Cesur ve farklı bir insan olarak hatırlanmam dileğiyle :)
Not: Detayları sonra paylaşacağım :)

5 Kasım 2011 Cumartesi

Anlatmakta Geciktiğim Ada Santorini!!

Yunanistan gezimin son ayağı olan Santorini, her yönüyle farklı ve kesinlikle görülmesi gereken bir yer...İnsanlar bilhassa balayı maksadıyla geliyorlar buraya:P Şaka maka nereye baksak çift vardı diyebilirim. Hatta bu bana biraz baygınlık geçirtti ama sonrasında güneşin batışı ve mavi-beyaz yapıların hoş görüntüsü gönlümü çelmeyi başardı. 3 Eylül günü akşamı vardık. Kalacak yerimiz olmadığı için Mykonos'taki hostelden tanıdığımız boyunlarına kadar dövmeli 2 tipe nerede kaldıklarını sorduk. Onlar da bizim gibi "gariban" görünümlü oldukları için uygun bir hostelde kalabileceklerini düşünmüştük. Caveland diye bir yerde kalıyorlarmış. Merkeze 15 dk. uzaklıktaymış fln. Ama biz feribottan indikten sonra hemen etrafımızda beliren hostel- hotel sahiplerinin tekliflerini de dinledik ve uzun süren pazarlıklardan sonra geceliği 12,5 euroya Hotel Pavlina'da kalmaya karar verdik. Otel sahibi bizi arabasıyla alıp oteline götürdü. Yeri baya iyiydi, merkeze yürüyerek gidebiliyorduk. Santori'nin zaten 2 önemli merkezi var. Biri Thira, öteki de Oia. Thira Oia'ya göre daha bi merkezi, ve daha çok hediyelik eşyacı vb. barındırıyor. Oia ise beyaz evlerin, büyük küçük tepeleriyle adanın tüm güzelliğinin görülebileceği bir yer. Biz vardığımız akşam bu iki yeri de hemencecik gördük gezdik. Ama Oia yı gündüz gözüyle de seyretmeyi aklıma koymuştum. O yüzden ertesi gün yine bu güzel mekanı ziyaret ettik, sonrasında da plaja gitmemiz uzun zaman aldığı için yakınlardaki bir havuza gidip güneşlendik. Hotelin sahibi, yani bayan Pavlina :P bizi arabasıyla alıp limana götürdü. Ve böylece Atina'ya doğru olan 8 saatlik bitmek bilmez yolculuğumuza başlamış olduk. Ama karar verdim, ben balayımı Santorini'de geçirmem, ada kötü niyetlere adet edilemeyecek kadar güzel

26 Ekim 2011 Çarşamba

Sürekli spor izleyen anne...

Tabi ki her gece dizi izleyen anneden kat kat daha iyidir ama gariptir işte :S Bir insan bu kadar voleybol maçı bağımlısı olur mu aklım almıyor walla. Avrupa Şampiyonası olduğunda tüm ülkelerin sporcularını ezbere sayabiliyordum sayesinde. Şu anda da basketbol maçı açık ama iş voleybol, basketbolla sınırlı kalmıyor kiiiii. Güreştir okçuluktur bunları bile izliyor yaaaa!!! :S Hele Dünya Atletizm Şamp. falan varsa 30-40 küsür dakika da olsa mal gibi 10000 metre yarışlarını dahi izliyozz pofff...Bu eve ikinci TV almanın zamanı geldi de geçiyor galiba, ben bi fiyatları araştırayım.

18 Ekim 2011 Salı

Romania Dream :P

Evet evet yanlış duymadınız. Şimdi de Romanya'ya gitme hayallerindeyim. Özellikle başkentinde bir cacık olmadığını çoğu kez okudum ama şu an Romanya için yaptığım projelerden dolayı Romanya ile aramda çok enteresan bir bağ oluştuğunu farkedebiliyorum :P Artık bir uğramam, bu ülke halkı ile bütünleşmem lazım. Hiç bir ülke vatandaşı onlar için bu kadar uğraşmamıştır heralde :) Şu anda mesaide olduğumu belirtsem bu durum daha anlaşılır olur sanırım. Neyse burdan Romanya halkına sesleniyorum. Ne yapsalar hakkımı ödeyemezler ama en azından vize işlemlerinde, kalacak yer vb. gibi konularda bana yardımcı olabilirlerse, gönül borçlarını fazlasıyla öderler. ve Romanya!!! Sen herşeyin en iyisine layıksın :S :P

16 Ekim 2011 Pazar

Bir pazar mesaisi ve yine ben !!!

Artık haftanın günlerini iyiden iyiye şaşırmaya başladığımı hissediyorum. 3 haftadır her pazar şirkete gelip çeşitli projeler için test desteği vermekteyim ve bu durum uzun bir süre bu şekilde devam edeceğe benziyor. Ama çalışmayı seviyoruuuuuuuz (!) :P ve mesaiyi eğlenceli hale getiriyoruz tabi ki de. Şirketin networkünde fizy, lastfm gibi pek çok site kapalı, bu yüzden şarkı dinlemek için en güzel yöntem ipod, mp3, vb... Ben de Kasabian'ın son albümü "Velociraptor" ü mp3 playlistime ekledim.  "Days are forgotten" şarkısı zaten beğenerek dinlediğim bir parçaydı(albümün ikinci hiti oluyor kendisi ve çok acayip bir videosu var) diğer parçaların da güzelliğini keşfetmiş oldum. "Goodbye kiss" ve "Re-wind" beni benden aldı şu anda. Sonuç olarak alternative rock seven kişilerin bu albümü dinlemelerini kesinlikle öneriyor ve herkese benimki gibi bol müzikli bir pazar diliyorum :P:P

11 Ekim 2011 Salı

Acayip Ada Mykonossss :)

Yunanistan gezimizin 2 gece 3 gününü Mykonos'ta geçirdik. Varmadan önce adayla ilgili kafamda bir ton fikir vardı. Gay adası, parti mekanı gibisinden. Gerçekten de bu düşüncelere çok zıt bir manzarayla karşılaşmadım. Eğlence isteyen birisinin hayatında gidip görmesi gereken yerlerin kesinlikle başında geliyor. Tabii yazın gitmek gerekir, kışın beach party, deniz sefası hak getire...

Hostelworldden rezerve ettiğimiz sevgili hostelimiz Paraga Beach Hostel'e gitmek üzere limandan kalkan servise bindik. Servise binen tipler de çok bombaydı doğrusu. Boyunlarına kadar vücudunun her tarafı dövme olan 2 adam, 3 gay kılıklı genç, vb. Aralarındaki tek normal kişiler latin oldukları her halinden belli bir kız bir erkekti. İçime doğdu, Cihan'a "Görürsün, biz bunlarla aynı odada kalcaz" dedim. Gerçekten de öyle oldu. Kızın adı Maria Elena Arjantinli, oğlan da David, İspanyol. 8 kişilik odada kalmıştık. Odadaki diğer kişiler arasında Avustralyalı iki kız daha vardı, başka da kim varsa hatırlamıyorum. Bu Arjantinli 3 aydır Avrupa'yı dolaşıyormuş. Nasıl imrendim doğrusu anlatamam. Daha da dolaşcakmış, bak seen :)
İlk günü, hostelimize adını veren Paraga beachte güneşin ve denizin tadını çıkararak geçirdik. Alex, adaya gelmeden önce, sahilde ve hostellerde çalışan kişilerin kabalığı konusunda bizi uyarmıştı. Gerçekten de dediği kadar varmış. Bize pek bi yamuk yapmadılar saolsunlar ama bazı turistleri çileden çıkardılar. Akşama doğru ada merkezine gittik, çarşıda dolaştık. Ada zaten çok turistik olduğu için bir sürü dükkan, hediyelik eşyacı, restaurant vb. var. Ama bu restaurantlarda oturup yemek yiyemedik tabi, en az 20 euro. Gece de önce Tropicana Beach'e sonra da Pradise Club'a gittik. Tropicana almış başını gitmiş resmen, o ne dur durak bilmez eğlencedir !! Çılgın adamlar slip mayo ile ıslak ıslak dans ediyordu :P Herkes kudurmuş gibiydi ama bu gördüklerimiz daha hiçbir şeymiş sonradan anladık :P Paradise club'ta Cihan uyudu !!!! =) Eee sabahtan beri uyumamışız bi de denizin yorgunluğu var tabii =) Ben de biraz yorgun olduğum için mekanda fazla duramadık. Gece 2 gibi son otobüslerle önce merkeze sonra da ordan Paraga hostelimize gittik.

Ertesi gün, hostelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra, Avustralyalı kızlarla Paradise Beach'te buluşmak üzere sözleştik, ama hedeften baya şaştık, değişik yönlere doğru gittik =) Yolda önce bizim iki dövmeliyi gördük selam verdik kankalara.. Baktık yol erkanımızı kendi başımıza bulamicaz iki zenci satıcıdan yardım aldık. Ay meğer ne salakmışız, paradise resmen Paraga'nın dibindeymiş. Dağları taşları deldik varabilmek için :) Neyse ki ada o kadar da büyük değildi :) ve çok geçmeden plaja vardık. Mojitolar eşliğinde yine deniz kum güneşin tadına vardık. Saat 4-5 gibi olduğunda da dansçı kızlar podyuma çıktı. Bir süre sonra da ünlü djleri Sasa( fili dışında tamamen çıplak :)) sahne aldı :P Tüm sahil cemaati gaz şarkılar eşliğinde koptu. İki gayin dansı beni benden aldı :) Bu arada Sasa ile fotoğraf çekildiğimi de belirteyim :P Hemen önümüzde acayip eğlenen İtalyan bir grup vardı, bu gruptan olan mavi slip mayolu bir adam baya azgın görünüyordu. Her kızla dans etme niyetindeydi :) Bir de baktık bizim Arjantinli arkadaş Maria Elena'yı almış kollarına, gayet seksi dans ediyorlar. Zaten bir süre sonra öpüşmeye başladılar :) İspanyol çocuğa yazık oldu diye kendimize dert edindik :P Denizden çıktığımız için haliyle üstümüz başımız tuzluydu, eğlenceyi doruk noktasında bıraktık, hostele gidip yıkanıp tekrar geri döndük ama biz dönene kadar ne Sasa kalmıştı, ne de gay dansçılar. Slip mayolu İtalyan halen dans ediyodu o ayrı :) Bir ara bana da bakar oldu, hemen kafamı çevirdim :P

Sonra tekrar merkeze gittik, Yunan arkadaşlarımıza ve Türkiye'deki sevdiklerimize çam sakızı çoban armağanı bir kaç hediye aldık. Herkes Paradise clubta eğlenmeye giderken, gece 2 de sonlanan otobüs seferleri saolsun biz hostelimizin yolunu tuttuk. Ertesi gün de motorsikletle kaza yapan Maria Elena ve David'i hurda ettikleri motorun parasını ödeme derdiyle başbaşa bırakıp Santorini feribotuna binmek için limana doğru yol aldık

9 Ekim 2011 Pazar

Veeeee Yunanistan =) Atina!! (Gezinin 1 ve 2. günleri)

Taaa Mart- Nisan aylarında kararlaştırdığımız büyük Yunanistan gezisinin zamanı gelip çatmıştı. 29 Ağustos pazartesi günü öğlen 4 te uçağımız Atina'ya havalandı. Havadayken görmüş olduğumuz manzaralar, adalar, bitki örtüsü bizi nasıl bir yerin beklediği konusunda az çok ipucu vermişti. Zaten Türkiye'nin Ege sahillerine benzer bir mekan olduğunu tahmin ediyorduk ama bu kadar da yazlık bir başkent bulacağımı düşünmemiştim doğrusu :)

Uçaktan iner inmez sevgili otelimizin yolunu tuttuk. Havaalanından şehre gidebilmek için metroya 7 euro baydık. Krizden dolayı ulaşımı da pahalılaştırmışlar. Yolda Yunan arkadaşlarım Eliza ve Chrysa'ya mesaj attım. "Bu akşam görüşüyoruz değil miiii?" Cevap:"Eveeeeet" =) Otelimiz Omonia Square denilen bir alana yakındı, bu yüzden Omonia durağında indik. Metro istasyonundan oteli bulmak çok kolaydı, ama yine de arkadaşım Chrysa'nın daha önce uyardığı üzere etraf pek de tekin tiplerle dolu değildi. Yerleşip dinlendikten sonra saat 8:30 da Monastiraki'ye gittik. Civarı dolaştıktan sonra 9:30 da Eliza ve Chrysa ile buluştuk =) Arkadaşlarımı çok özlemişim, uzun uzun sarıldık. Daha önce onları ziyarete gelen diğer Erasmus arkadaşlarımız Edward ve Elena'yı götürdükleri bir restauranta bizi de soktular ve Yunan kebabı "souvlaki" yi denememizi önerdiler. Biz de hayır demedik tabi ki =) Souvlakiler gelmeden önce küçük bir kasenin içinde yoğurt ve yine başka bir kasede fırında yapılmış ufak patatesler getirdiler. Patatesler yoğurda batırıldığında(aslında yoğurt- peynir arası bir şey) çok leziz bir tada sahip oluyorlardı =) Baya sevdim, aynı konsepti burda da uygulayacağım. Bu güzel yemeğin ardından kendimizi Atina sokaklarına vurduk tekrardan. Yoldaki takıcılardan bir şeyler almak istedim ama beğendiğim yüzüklerin 8 euro olduğunu öğrendiğimde uzadım :P Eliza ve Chrysa'nın önderliğinde Atina'nın barlar sokağı gibi bir yerine adım attık. Burada cafe-bar tarzı bir yere oturduk. Atina'da da İstanbul sokaklarında olduğu gibi, mekanlardaki oturulacak yerler hep dışarda. Gece bol bol ouzo içtik, meyve suyu ile güzel gidiyordu :) Bir süre sonra yanımıza Alex ve Chrysa'nın sevgilisi (Christo) da katıldılar. Geceyi Yunan alfabesi öğrenmeye çalışarak ve futbol konuşarak geçirdik. Bizim arkadaşların hepsi Panathinaikos'luymuş, bilmiyordum :)Hotele bir kazaya kurban gitmeyelim diye taksiyle döndük. 4 euro fln tuttu ya, gayet iyi yani :)

Ertesi gün Chrysa çalıştığı için kendisiyle sabahtan görüşemedik ama Eliza saolsun müzeyi ve Akropolis'i bir güzel gezdirdi. Müzeye Polonya öğrenci kimliğimi göstererekten bedavaya girdim:P Türkiye'deki arkeoloji müzelerinden de görmeye alışkın olduğumuz pek çok heykel, çanak, çömlek bu müzede de bulunuyodu :P Tarihe ve müzelere ilgi duyan bir insan olarak böyle eski eserlerle iç içe olmak kendimi iyi hissettirdi :) Yabancılar bizden nasıl Truva atı ve diğer bilimum değerli mirası çaldılarsa Yunanlardan da bir hayli heykeli götürmüşler. Yunan müzesinde olmayan ama şu anda British Museum'da sergilenen eserler varmış.

Müzeden sonra her tırmanışta bir fotoğraf molası vererek Parthenon tapınağına çıktık. (Bu sefer girişte öğrenci olduğum yalanını yutturamayıp 12 euro baydım :P) Tapınak, manzarası ve ihtişamıyla çok göz alıcı bir yapı, Atina'nın simgesi. Hikayesi de bir hayli ilginç. Millattan önce 500 yıllarında tamamlanmış ama hemen sonralarında Pers işgaline maruz kalıp zarar görmüş. Milattan sonra 5. yüzyıl gibi bir zamanda kilise, Osmanlı himayesinden sonra da cami olarak kullanılmaya başlanmış. Tamamen saçmalık yani, sonuçta tarihi bir eser, ne Hristiyanlık ne de Müslümanlıkla bağlantısı olmayan bir dinin, inancın simgesi. Neden illa İlahi bir dinle ilişkilendirmeye çalışılmış anlamadım ya neyse :) Parthenon'dan sonra Akropolis'in diğer taraflarını dolaştık, adını unuttuğum eski bir kiliseyi de içine alan açık hava müzesi gerçekten görülmeye değer. Bilmem kaç yıla tanıklık etmiş sütunlar, yapılar sanatsal bir görüntü oluşturuyor. Kendimi siz diyin Troy, ben diyim Spartacus setinde hissettim doğrusu :) Açık hava müzesinin sonlarına doğru olan bir başka müzeyi daha dolaştık. Müzenin diğer ziyaretçileri arasında çok şirin siyahi küçük bir kız çocuğu vardı:) Chrysa'nın küçük çocuklara olan aşırı sevgisi meşhur :) Küçük kızla uzun uzun sarıldılar, ben de bol bol fotoğraflarını çektim tabi :) Çok tatlı görünüyorlardı :) 

Tarihi çoğu yeri bitirip daha canlı ve merkezi taraflara yöneldik. Artık Syntagma Meydanı'nı görmenin zamanı gelmişti. Hani o garip kıyafetli Yunan askerlerinin, kıyafetleri gibi garip yürüdükleri meydan işte...Öncesinde Chrysa'nın dünyanın en pahalı caddesi olarak iddaa ettiği (ama Eliza'nın bu fikre katılmadığını belirtelim:P ) sadece mağaza barındıran caddede dolaştık (Ermou Street olması lazım) Sonra da askerlerle fotoğraf çekildik :)
Gece Eliza ve arkadaşlarıyla sahil kenarındaki bir clubta eğlendik. Alex'in isim günüydü, içim gitti ama tüm hesabı kızcağız ödedi :S Burada çat pat Türkçesi ile beni şaşırtan Nikos(sebebi ailesinin İstanbul'dan göç etmiş olması) ve Eliza'nın salak diyerek sürekli takıldığı Thanasis, bir zamanlar İstanbul'u ziyaret etmiş Maria ve bir süre sonra master ile İsviçre'ye gidecek olan Effie ile tanıştık. Ertesi sabah 7 de Mykonos'a feribotumuz kalkacaktı o yüzden otele geri dönme gereksinimi duymadık :) Eliza arabayla limana bıraktı, Mykonosla ilgili pek çok hayal ve merak içerisinde yola çıktık :P ama Atina'yı da beğenmiştik :)



30 Eylül 2011 Cuma

Ne haftasonuydu ama !!

Yunanistan'dan döndükten sonra içimdeki süper enerjiyi daha başka türlü üzerimde nasıl muhafaza edebilirdim bilmiyorum. 10-11 Eylül tarihlerinde kesinlikle çok dolu ve eğlenceli bir haftasonu geçirdim!! Öncelikle cuma akşamı işten Taksim'e fırladım. Cansu ve Gözde ile üniversite zamanlarındaki uğrak yerimiz Monami'ye gidip akşam yemeği yedik. Tavuklu fettucini söyledim, tadı süper değildi ama olsun :)
Sonrasında da Irish pub'a geçtik. 1-2 saat hep beraber oturduktan sonra Cansu kalktı, Gözde'nin arkadaşı geldi. Çok güzel canlı müzik yapan bir grup vardı. Zamanla grubun sahne aldığı yere biraz daha yaklaştık :) Ben bas gitaristi beğendim, Gözde de solisti :) Genelde bilindik eski parçaları çalıyorlardı.Gece 2 gibi eve döndüm ve Taksim eğlencesini burada noktalamış oldum. Ertesi gün yine herhangi bir cumartesi günü olduğu gibi Almanca kursuma gittim, sonrasında da Pınar,Gözde,Gökçin'le Kadıköy'de buluştuk. Moda'da
sahilde gayet rüzgar alan bir mekana oturduk. Burda hepimiz donduğumuz için mekandaki görevlileri kesin, net şal isteğimizle biraz bezdirdik :) Sonra Kadıköy'de canlı müzik yapan bir yere oturduk, biraz ergen işi şarkılar çalıyorlardı ama olsun :) Gökçin'i sarhoş etme çabalarımız başarısızlıkla sonuçlandı :) Gece Pınar'da kaldık, ertesi sabah ben yine Almanca kursum sebebiyle erken ayrılmak durumunda kaldım.Arkadaşlarım o sırada enfes bir kahvaltı ediyorlarmış :( Kaçırdık ama enkısa zamanda telafi edeceğim:) Evet gelmiştik pazar gününe. Bugün de lise arkadaşlarımla Öykü'nün teyzesinin evinin bahçesinde mangal sefası yaptık. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım Eda ve Sevda'ya da bu vesile ile tekrar kavuşmuş oldum :) Öykü ve ailesi sağolsun hiçbir şeyi sofradan eksik etmemişlerdi. Mangalı yapan Veysi ve Kaan da ustalıklarını konuşturdu:)
Çok hoş bir akşamdı:)

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Greece awaits...:)

Sonundaaaaa (aslında tam 6 saat sonra :P) uçağıma binip Atina semalarına doğru yol alacağım. Şu anda gezilecek görülecek yerleri araştırıyorum. (Son dakikada baktıklarım daha bi akılda kalır kanımca =) Bir ülke daha görecek olmanın sevincini yaşıyorum. Mutluyum yaaa =)

25 Ağustos 2011 Perşembe

Yazdan koparabildiklerimiz

Geçen haftasonu (20-21 Ağustos) sonunda çok sevdiğim(!) yazlığıma gidebildim. 2 sene öncesine kadar benim için tek biricik tatil alternatifi olan yazlık + Altınoluk yerini çeşitli dünya devletlerine bıraktı =) Öncesinde sadece radyolarından erişebildiğim Yunanistan'a, haftaya ayak basabilecek olmanın haklı sevincini yaşıyorum amaaaaaa Altınoluk ve Akçay'da geçirdiğimiz bu güzel haftasonunu da tabi ki yadsımayalım, bir bakalım neler yaşamışız.

Çok sevgili arkadaşım Emine ile beraber yazlığa gitmenin planlarını yaparken en uygun tarih aralığının bu zaman olduğunu düşünmüştük, kankam Adnan'ın da o sıralarda Altınoluk'ta olması bu zamanlamanın ne kadar süper olduğunu kanıtladı adeta. Hatta ve hatta diğer iki dostum Eren ve Ahmet'in de bizimle beraber gelmeleri olayı mükemmelleştirdi. Cuma gecesi 23:30 Kamil Koç otobüsü ile yola çıktık. Otobüsteki son model teknolojik ekipmanları incelerken ne zamandır otobüse binmediğimi farketmiş oldum. "Erkek tavlama sanatı" adlı filmi yol boyunca izledim + yan koltuktaki Almanya gurbetçisi bayan ile Almanca- Türkçe karışık muhabbetlere girdim. Susurluk'ta mola verdiğimiz yer hepimizde bir hayal kırıklığı yarattı.. Nedeni ,tost ve ayran alabileceğimiz bir yerden ziyade daha çok restaurant vari bir özelliğe sahip olmasıydı. Dondurma ile idare ettik. Yollar geçti gitti veee sonunda Altınoluk Akçam =) Ordan da bizim yazlık. Vardığımızda cumartesiydi yani pazar vardı. O pazarcı köylülerin, doğal tavırlarını ve sevecenliklerini ne kadar çok özlediğimi farkettim ve de tabi sattıkları organik gıdaları =) Biraz bizim evde takıldıktan sonra Adnan'la buluşmak üzere Migrosun oraya gittik, iki genci Adnan'ın şefkatine bırakıp Migros'taki geleneksel yazlık alışverişine koyuldum. Markette yumurtalara bakarken kendi kendime "Yahuu deli miyim neyim git şu pazardan has mulis köy yumurtası al, ne bakıyon bunlara!!" şeklinde sitem ettim ve pazarın derinliklerine daldım. Alışverişi sonlandırdıktan sonra kahvaltı faslına geçtik. Yazlık balkonunda, deniz ve süper gökyüzü manzaralı bir kahvaltı kadar insana huzur veren sayılı durumların olduğunu düşünürsek o anki ruh halimizin tavan yaptığını söyleyebilirim. Kahvaltıdan sonra hemen denize aktık, beyler de çok geçmeden yanımıza geldi. Sonra tabi ki deeeee yüz yüz yüz yüz, güneşlen güneşlen güneşlen. =)

Öğle yemeğimiz Çınaraltı Çay Bahçesi'nde Ayvalık tostu oldu =) Bir kaç fotodan sonra yine evimize gittik, az dinlendik. Akşam tekrar meydana indik. Bu sefer gece takılacak yerleri araştırıyorduk, ancak bu uğurda maalesef hata yaptığımızı itiraf ediyorum. Öncelikle Antique Bar'a oturduk. Canlı performansı bir hayli kötü olan vatandaşı zor bela dinlemeye çalıştıktan sonra, çarşıda bir iki tur attık. Zeytin Bar'a girme alternatifini de iyi değerlendiremedikten sonra yanlışlıkla(!) kendimizi türkü barda bulduk !!! Neyse ki yeri güzeldi deniz+ fener manzarası vardı diyip bu konuyu burda kapatıyorum =)

Ertesi gün Ayvalık'ta tekne turuna çıkmayı hedeflemiştik ama biraz tembellikten biraz da haliyle yorgunluktan çok erken bir saatte uyanamadık ve turları kaçırdık. Turlar Akçay'dan kalktığı için oraya gitmiştik ama hiçbirine yetişemeyince bari burda takılalım dedik. Bir çay bahçesine ve önündeki plaja yerleştik. Gençler tavlaya sarmışken ben deniz ve güneşin tadını çıkardım. Herkes Akçayın suyunun soğuk olduğunu söyler, ki gerçekten de öyle. Ama alışma sürecim hiç de zor olmadı =) Denizde top oynama keyfini de uzun bir aradan sonra yaşamış oldum =) Bu arada ben Akçay'da denize en son 3 yaşında girmiştim yaa :) Akşam yemeğimizi mi içeceğimizi mi tam olarak ne desem bilemedim Yörsan'da tattık. Eren 6-7 ayranlık bir tepsi ile yanımıza geldiğinde laktik asit sendromu yaşayacağımızı kolaylıkla öngörebiliyorduk =)

Akşam eve gidip balkondaki sandalyeleri içeri al, bulaşıkları yıka, yok şaltelleri indir derken evden ayrılacak ve bu eve uzun süre girilmeyeceğini düşünecek bir insana uygun hareket ettiğimi düşünüyordum o sırada ama kardeşimin benden bir gün sonra eve ayak basmak isteyeceğini nerden bilebilirdim!!! Gece çarşıda bir çay bahçesinde çiftli okey and theeeen rötarlı gelen yallah turizm otobüsümüzle =) byeeee Altınoluk =) Bir güzel tatil daha böylelikle bitmiş oldu ama bu yaz tekrar gidecem yaw kafama koydum.

19 Ağustos 2011 Cuma

Yazlık mode on

Uzun zamandır gitmek isteyip gidemediğim, hasret kaldığım caaanım yazlığımıza bu akşam Kamil Koç otobüsü ile yapacağım yolculuk sonunda kavuşacağım !!! Ve yalnız da değilim. Yanımda çok sevdiğim dostlarım olacak. Ayvalık- Altınoluk turu yaparız artık diye düşünüyoruz =) İş yerinde son dakikalar =) İyice saldım ve bu kısa ama güzel haftasonu kaçamağından başka bir şey düşünmüyorum =) Yeeeeeehuuuuuu :P

16 Ağustos 2011 Salı

Mahallede Ördek Var!!!

Sanırım mahallenin azgın çocukları almış, ama şu ana kadar yaptıkları belki de en iyi şey diyebilirimmm.Ördek sesi ne kadar hoş, tatlı bir şey yaaaa. Sabahtan beri vaklıyor hiç sıkılmadım. O vakvaklasın ben dinleyeyim. Ne kadar şekeeeeer. Ben de ördeğim olsun istiyorum. Hayvanlara karşı antipatisi bulunan bir insan için büyük bir gelişme değil de neeee!!!

Bu arada şu resmi çaldığım site de muhteşemmiş.=)


Güzel bir hayattan kesitler...

Herkes bazen karamsarlığa kapılıp kendi hayatında yoksun olduğu ama başkalarının sahip olduğu mutluluğu, sevinci, eğlenceyi kıskanabilir. Ne yalan söyleyeyim benim de "Vay bee şuna bak, ben burda kendimi bir sürü şey için hırpalarken o hiçbirşeyi umursamayıp dilediği gibi yaşıyor" dediğim insanlar oldu. Ama unutuyordum ki bu hayatta herkesin kulvarı ve erişebileceği mevki birbirinden farklıdır, farklı olmak zorundadır. Çünkü bir kere kimse eşit özelliklerle doğmadı ve aynı koşullar altında yaşamıyor. Gel gelelim, herkesin haz aldığı şeyler de haliyle farklıdır. Örneğin; benim için bu iyi bir aile, güzel dostlar ve anılar olarak belleğime kazınmış durumda. Hiçbir işe yaramayıp kendimi bıraktığım zamanlarda "Lütfen Çınar kendin için olmasa da annen için dayan" dediğim zamanlar çok oldu. Ya da canım en olmadık şeylere aşırı derecede sıkılmışken beni güldürmeye çalışan arkadaşlarımın varlığı benim için hep çok anlamlıydı. Psikolojik sorun + muhteşem bir kısır döngü değil miiiii kiiiiii, bazen de geçmişte canımı sıktığım olayların ne kadar önemsiz olduğuna canımı sıkıyorum. Aptal gibi güzel zamanlarımı bu tarz hüsnü kuruntulara harcamışım diyorum. Ama bunu yaparken eski özelliğimi tekrar ettiğimin farkında bile değilim. Geçmiş iyisiyle kötüsüyle geçmiştedir ve benim açımdan hiçbir hata yoktur. Çünkü herşey o anda olması gerektiği gibi yaşanmıştır, oturup yaptıklarına kafa yorup üzülmek bir insanı geriden başka bir yere götürmez. Tamamen unutmak gerekir de demiyorum ama en azından şu anki hayatımızı çok fazla yönlendirmesine izin vermemeliyiz. Hem iyi hem kötü hatıralar için bu söylediğim.. Kötülere verecek örnek çok, bir yakını kaybetmek, aşkına karşılık bulamamak bu tarz anılar arasında sayılabilir. Ama iyilerle de sürekli yaşanırsa, insan bir süre sonra şizofren olup gerçek hayatından kopar, belki de değişen hayatının hep eskisi gibi olmasını isteyip gayet de ümitsiz ve sonuçsuz bir hisse kapılabilir. Bu da tamamiyle yanlıştır tabi ki bence.

Peki 22 yaşında birisi olarak hayatımın güzel olduğunu düşünmemi sağlayan ne? Öncelikle hayallerimi ertelememek (ertelesem bile en azından kısa süreliğine) ve etrafımda bu hayalleri beraber yaşayabileceğim insanlara sahip olmak. Hayattan beklentilerimin çok fazla olmaması da bir diğer sebep. Çok zengin olmayı ya da çok iyi mevkilere gelmeyi dilemiyorum. Kim istemez ki diyeceksiniz, ben istemiyorum işte...Çünkü her zaman, bulunulan konumdan daha başarılı olmaya çalışmak beraberinde bazı fedakarlıklar getirir. Ve artık bu fedakarlıkları yapabileceğim ne lüksüm ne de gücüm var.  Artık başarının, insanın hayatını hep dolu dolu yaşaması ve hem düşünsel hem de sosyal olarak belli bir ağırlığı olması ile kazanılacağını düşünüyorum.
Yine çok şey yazdım, bir yere bağlayalım bari :) Sonuç olarak, herkesin hayatı, kendisi o hayatın içinde olduğu için güzeldir!

14 Ağustos 2011 Pazar

Amsterdam DAY 4&5

City card'ın ne kadar mükemmel bir şey olduğunu düşünerek bu sabahki gezilerimizi de kartla girince free olan yerleri dolaşarak geçirmeye karar verdik. Bu yüzden, önceki gün bulmaya çalışıp yağmurdan dolayı fazla aramaktan çekindiğimiz Fotoğraf Müzesi'ne gidelim dedik. Ama pek dikkat etmeden biraz erken gitmişiz, müze daha açılmamıştı. Fazla beklemeye gerek yok diyerek diğer hedeflerimize doğru yol aldık. Ablamın ısrarla gezmek istediği Ajax stadına gittik önce. Gitmek için yanılmıyorsam 54 numaralı metroya bindik, 4-5 durak sonra stada vardık. Stad ve müze, turlar eşliğinde geziliyordu. Melez bir guide ımız, bizi, transfer odalarından tutun spikerlerin maç sunduğu alana kadar geniş bir yelpazede dolaştırdı. Ajax'ın kupalarını, ünlü oyuncularının takıldığı yerleri, her bir şeyi gördük. Bir sonraki hafta Take that konseri olcakmış, o yüzden stadta çalışma vardı ve çimi göremedik ama olsun.


Stadium'dan sonra çok şirin bir yere gittik. Tabi ki yel değirmenlerine !!! Her yer inek, koyun, keçi. Türkiye'de böylesine çiftlik vari bir yere gitmemiştim ama Amsterdam'da gittim :) Peynir yapılan yerleri gördük ve nasıl yapıldığını ordaki bir görevlinin sunumu aracılığıyla öğrendik. Kaynama sıcaklıkları çok önemliymiş, nem de bir diğer faktörmüş vb. Keçilerle bol bol foto çektirdim. Unutmadan her yer çikolatamsı bir şey kokuyordu. O muhteşem koku eşliğinde bu güzel mekanları dolaşmaya bayıldım doğrusu :)(karnımın feciiii derecede sızlamasına rağmen)

Akşamüstünü Red light'ın ordaki bir kanalın kenarına oturup, gelen geçen botları izleyerek geçirdik. Botların içinde çılgın insanlar sürekli laf atıp durdu, ama ne yalan söyleyeyim Istanbul'dakiler kadar koymadı :P Sonra baktım böyle olmuyor, hemen marketten Heineken'imi kapıp yerime geri döndüm. Hayat güzel yaa, kanal, botlar, güzel evler falan diye düşünürken bir baktım başımda bayan polis memuru. "Sorry you have to throw your drink otherwise you'll have to pay 70 euro" Ben bu lafı duyar duymaz birayı attım tabi. Hatta oturduğumuz yerden de soğudum bir anda. "Yahu herbir şeyi yapmaya izin veriyorsunuz, dışarda içkiye yasak koyuyosunuz, ne garip bir milletsiniz"diye, korkularım engel oldu diyemedim. Bu arada red lightta dolaşırken garip bir şey dikkatimi çekti. Tam emin olmamakla beraber bu red light kızlarından birinin Türk olduğunu düşünüyorum. Camının yanına nazar boncuğu asmışlar, "iblis" yazmışlar. Bunu yapsa yapsa o kızdan rahatsız olan namuslu Türk insanı yapmış olabilir ya da o kızla birlikte olan bir Türk de yazmıştır belki yani bilemedim :)

Sonrasında tekrar hostelimize geri döndük ve gece hayatına atılabilmek için havanın biraz daha kararmasını bekledik. Saat 11-12 gibi dışarı attık kendimizi. Bir önceki gece de takıldığımız Leidsplein'a doğru yola çıktık. Zaten hostelden 1 durak ötede olduğu için yolculuk demek pek doğru olmaz ya neyse. Hem kendime hem de ablama göre bir yer bulma çabasıyla etrafa bakındım durdum, ama kararımı vermiştim, ablamın zevklerine daha yatkın bir yer olmalıydı. Zira benim Doğu Avrupa gecelerinden kalma eğlence anlayışım biraz ağır ve sıkıcı kaçabilirdi ona:) Zaten pek öyle disco vari bir mekan da göremedim. Tüm bu nedenlerden dolayı live music takıldık. Mekan da gayet kalabalıktı. Hemen bir kız ordusunun yanına sindik ama etrafımızı atmacaların sarması çok uzun sürmedi. Bir İspanyol çocuğun bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. 
- Hello. 
- Hello
(What is your name, where are you from bla bla bla)
-Spanish people are crazy, don't trust them. But don't worry I'll protect you.
-???%&%%& ok.
-Also this German guy is crazy. He says that every Turkish girl is meant to marry a German boy.
-so he says!!!
-this friend of mine is dangerous, he wants you..But I won't let him come nearer you.
-Oh, very kind of you.
-Can I kiss you?
-No!
Geri çevirişimden sonra çocuk da üstelemedi gitti şükür. Amaa ondan sonra yanıma yaklaşan diğer İspanyol çocuk resmen yordu beni. Artık içkinin etkisiyle mi ne gece boyunca yılmadı ama ben sonunda pes edip ayrıldım. Ama gecemin tamamı böyle tiplerle geçmedi tabi ki. Şarkılarda eğlenmesini de bildik. Funk  çalıyordu grup, güzeldi.

Amsterdam'da son gün: Artık çok değerli Erasmus arkadaşlarımı görmenin zamanı geldi de geçiyordu. (Zaten son gün yani, bir daha ne zaman görcem.) Yannick 09:30'da, Raphael'de 10:00 da Amsterdam Central Station'a varacaktı. Biz de onlar tren yolculuğu yaptığı sırada checkout işlemlerimizi tamamlayıp, bavullarımızı hostele bıraktık ve istasyona gittik. O andaki bekleyişimi anlatamam, elemanları 1 sene boyunca(hatta 1 sene+ 1 ay :P) görmemişim, bir de çok severim kendilerini :) tüm bu faktörler birleşince haliyle heyecanlıyım :) Yannick tam dediği saatte vardı ve ilk ben gördüm. Bizim istasyonun içinde değil de dışında beklediğimizi sanıp dışarı çıkıyordu. "Yannickkkkkk" diye bağırıp arkasından koştum. O da o anda şaşırdı birden, ama sarıldık falan güzel bir buluşmaydı bence :) 3 ümüz, malum Fransız genç gelene kadar starbucksta takıldık, kahve yudumladık. Raphael'in dediği saate yakın yine istasyonun girişinde beklemeye koyulduk. Beyefendi bir türlü gelemedi. Hadi biz Türk insanı olarak beklemeye ve bekletmeye alışkınız ama Yannick bence bozulmuştu, haha :) Neyse ki 20 dakika sonra geldi, bu sefer ilk ben göremedim, Yannick gördü. Hemen arkamı döndüm sarıldım. Çok değişik ve komik bir kucaklamaydı. 45 dereceyle sağa eğince beni bir an düşücem sandım :) Buluşma safhasını atlattıktan sonra Amsterdam sokaklarına daldık. Raphael öncelikle bizi bir peynir dükkanına soktu, burda değişik çeşit peynirleri tadıp karnımızı doyurduk. Sonra da dışarda yeri olan bir cafede oturduk. Bu sırada hafif yağmur çiselemeye başladı, dışarda oturan tek moronlar biziz heralde diyip alay ettik kendimizle. Ama yağmur çok uzun sürmedi. Raphael'in bildiği güzel yemek yenilebilecek pek çok mekan vardı, haritadan bu yerleri bulmaya çalıştık. Ama bir anda kendimizi Amsterdam varoşlarında bulduk :) Yani varoş diyorsam da, halen Istanbul'un en lüks yerleriyle yarışır merak etmeyin :) Hedeften uzaklaştığımızı anlayıp, burdaki bir terziye girip yol soralım dedik. Hintli terzi ve Raphael 15 dk. boyunca haritaya bakıp durdular, çok komik görünüyorlardı :) Biraz yol tarif etti, iyi ki de etmiş bu sayede tekrar Dam'a ulaşabildik ama maalesef arkadaşın dediği yeri bulamadık, başka bir yerde oturduk.Burda da hoş bir kaç sohbetin ardından uçak saatimizin yaklaşmakta olduğunu farkedip, biz hostele onlar da tren istasyonuna daha sonra yine istasyonda buluşmak üzere ayrıldık. Bu sırada yine yağmur kendini göstermişti. 15dk. sonra geleceğimizi söylemiştik ama nerdeyse 40 dk. sonra istasyona geri dönebildik. Bunda yağmurun etkisi de vardı tabi :P, bir de öndeki tram i kaçırmamızın. Bu defer geç kalan taraf biz olduk tabi :P Yannick ve biz aynı, Raphael ise farklı bir trene binecekti. Bizim trene çok az bir zaman kaldığı için hızlıca vedalaştık. Gariptir,trenin Schipol durağına geldiğini anlamam biraz vakit aldığı için Yannick'le de hızlı vedalaştık :)

Budapeşte'ye doğru tekrar yola çıktık. Her iki arkadaşımdan da buluşmamızın güzelliğine dair hayli hoş mesajlar aldım, sevindirik oldum. Budapeşte'nin gece fotoğraflarını çektiğim sırada  böyle  değerli dostlara sahip olmanın verdiği huzur ve minnettarlık duygularından başka bir şey hissetmiyordum :)

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Amsterdam DAY 2&3

İlk günki yağmur sefasının ardından ertesi gün parmak arası terlik giymemem gerektiğini öğrenmiştim. Topuklu ayakkabılarımı giyip çıktım !! İlahi çınar yaa insan bir hava durumuna bile bakmaz mııı!!! Bakmadım bakamadım :S

Bugünki ilk hedefimiz Amsterdam Historical Museum'u bir güzel dolaşmak oldu. Abartısız hayatımda gördüğüm en güzel müzeydi diyebilirim. Tarihe olan ilgimle müzedeki kronolojik ve konulara göre hazırlanmış düzen birleşince gezim çok zevkli hale geldi. İlgimi en çok çeken kısımlar, islam karşıtlığıyla suçlanarak öldürülen Theo Van Gogh ve ilk gay gece klübünü açmış Bet Van Beeren şahsiyetlerinin hayatlarının anlatıldığı yerlerdi. Ayrıca Türkiye'den Hollanda'ya çalışmak için giden işçilere ait resimlere ve diğer tarihsel öğelere de yer verilmişti.

Müzenin önündeki Amsterdam yazısının önünde bir ton fotoğraf çekildikten sonra bir yerde oturup yemek ihtiyacı hissettik. Tabi ki de bitmek bilmeyen hain yağmurun bu duruma etkisi yok değildi. Yağmur yağdıkça hep içerilerde takılmaya mahkum kalmıştık. Irish pub'a kaçtık. Kasadaki çocuğun dediklerinden bir halt anlayamadığım için bin bir zorlukla Heineken siparişimi verdim. Burda biraz takıldıktan sonra Van Gogh Museum' a doğru yola çıktık. Bu müze de üzerimde büyük etkiler bıraktı, ressamın hayatıyla ilgili bilmediğim şeyleri öğretti. Oysa ki ben Van Gogh'ı sadece kulağını kesen ressam olarak bilir ve tanırdım. Kardeşiyle arasında olan sıkı-fıkılık, Fransa'da geçirdiği yıllar ve Japon resim tarzından etkilenişi benim için yeni bilgilerdi. Yaşayışı ve resim tarzıyla gerçekten çok farklı bir ressammış kendisi. Van Gogh'tan sonra bir de Rijksmuseum'a uğrayalım dedik. Gittiğimizde biraz geç olmuştu ve müzenin kapanmasına az bir zaman kalmıştı ama ona rağmen hakkını vererek dolaşmayı başardık :)

Müze turumuzu tamamladıktan sonra yine Dam'a gittik. Baktık halen feci yağıyor, tek çareyi tekrar hostelimize dönmek de bulduk. Bu gecelik gece hayatı umutlarımın da tükendiğini düşünerek uykuya daldım.

 3. gün. Bu günki mutlak hedefimiz artık nihayetinde bir kanal turu yapmaktı. Hemen Holland International Cruise olayına gittik ve kanallarda bir güzel tur attık. Rehber de gayet iyi açıklıyordu nerde, nasıl bir yerde olduğumuzu. Haritaya baka baka olayı pekiştirdim :) Kanal turundan sonra da meydandaki eski ve yeni kiliseleri dolaştık. Red light districte gittik derken yavaş yavaş akşam oldu. Gece turumuzu  Hard Rock Cafe'de başlattık. Burda riders of the storm denedim ilk defa. Sonrasında da çok yağmur yağdığı için ilk gördüğümüz klüp olan Cafe Mokum'a girdik. İçeri girdiğimiz gibi etrafımız Norveçli gençlerle sarıldı. Bir genç sürekli bana "Yanımdaki arkadaşım senden hoşlanmış. Sen de onun yakışıklı olduğunu düşünüyor musun?" gibi şeyler söylüyordu. Ben de ısrarla muhabbeti başka yönlere çekmeye çalışıyordum.Türkiye'ye gelmiş bu vatandaşlar. Baya beğenmişler, tekrar gelirlerse görüşelim falan dedik. Olayı arkadaşça boyuta getirdik, ama bu onların hepsine gözlüğümü takıp, sonrasında da onunla beraber bardan çıkıp tüy olma hakkını vermiyordu tabiiii.Bir baktım kii kaybolmuşlar!!! Hemen klubtan dışarı koştum "Gözlüğüm nerdeee?" diyip durdum. Herhangi birisinde yok, hepsi de sarhoş. Ne yaptıklarını hatırlayamıyorlar. Sonra içlerinden birisi(benden hoşlandığı idda edilen) bilmem neredeki kızların orda olabileceğini öyledi. Ben de hemen camın kenarında oturmuş kızların yanına koştum. Kızlar da çocuğun civarlarında dolandığını hatırlıyorlar ama gözlüğün tam olarak nerede olabileceğini ilk etapta kestiremediler. Sonra bir tanesi yerlere bakına bakına biraz yürüdü ve artık o karanlıkta nasıl gördüyse gözlüğümü bulmayı başardı. Bir sapı hafif yamulmuştu onu da monte etmeyi başardık. Artık gözlüğümü hiç kimsenin ellerine oyuncak etmeme kararı ile geceyi sonlandırdım. 

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Yoksa AMSTERDAM 'ı anlatmadım mı? :)

 DAY 1

NOT: Yazı uzun, ama noluuuur okuyuuuuuuun :P

12 Temmuz sabahı sabah 8 gibi Schipol Havaalanı'na varmış bulunduk, ama yolculuğumuz pek kolay geçmedi. Havada o kadar büyük bir bulut katmanı vardı ki uçak düşüşe geçerken karayı hiç göremeyeceğime dair bir hisse kapıldım. Sonuç olarak ne yazık ki bu yolculuğu da sapa sağlam tamamladık :P

Havaalanında trene atlayıp Central station ın yolunu tuttuk. Vardıktan sonra da 1-2-5 numaralı tramlerden birine atlayıp Keizergracht durağında indik. Buraya kadar hostelin hostelworld sitesinde yazan tarifine uygun hareket etmiştik, ama burdan sonra hangi yöne gideceğimizi kestiremedik. Harita da almamış olduğumuz için ben bir pizzacıya, gitmemiz gereken caddenin nerede olduğunu sordum:Kerkstraat. Almancaya yakın bir okunuşu olduğunu düşündüğümden "Kerkştraat" diye telafuz ettim ilk başta. Ama pizzacı kadın anlayamadı, yanındaki adama sordu. Ben de adama "Where is Kerkstraat" dedim, adam bu cümlemi "Where are the drugs?" şeklinde anlayıp beni şoke etti. =) Ben de "Kerkştraat" diye tekrar ettim. Bunun üzerine adam kadına "Nie rozumiem" dedi. Ben yine şok!! (Nie rozumiem Lehçe'de "Anlamıyorum" demek) yani bu elemanlar Polonyalıymış :) Sanırım bu millet kaderimde var :) Ama iyi ki "Kurwa" falan demedi, çok kötü sonuçlar doğurabilirdi :P

Sonra kadına adresin yazılı olduğu bir kağıdı gösterdim,( ne kadar salağım, neden daha önce yapmadım ki!!)  " aaa Kerkstraat, it is this(!) way" dedi ve gerçekten asrın hatasına imza attı. Öyle aptal bir yola soktu ki bizi anlatamam, sonra ben artık dayanamayıp bulduğum ilk bookstore a girdim ve şehrin cirlop gibi bir map ini aldım. Kasadaki bayana da gitmek istediğim yeri bir güzel anlattım, kadın da bana güzel direktifler verdi, bir kaç paslaşmadan sonraaa --> sonuç: Goool, Hans Brinker Hostel'deyiz !!!!

Ne hostel ama, hiç böyle bir yerde barınmamıştım. Herkes zombie gibi, etrafta nahoş kokular.. Kendimden geçmek için özel çaba sarfetmeme gerek yok :) Odamız temizleniyormuş o yüzden hemen bavulları bırakıp şehri keşfe çıktık. Dolaşırken etrafıma bakınıyorum ve kendime soruyorum "Hava günlük güneşlik, bu gençler sorunlu mu çizme + montla dolaşıyorlar??" Şortumla, sandeletimle bu insanların yanında kendimi, Istanbul'a turist olarak gelip etraftaki abaza tiplerden bihaber şekilde modern kıyafetlerle dolaşan turist kızlar gibi hissettim walla. Tanrım, teşekkürler !!!(dış ses :"sen sonra göreceksin")

İlk gezintilerimizde bir acemilik vardı tabi ki.. Caddelerde boş boş dolandık durduk, haritaya baktık. Tüm yollar nasıl olsa merkeze çıkar mantığıyla hareket ettik. Amaaa eğitimci ablam ne ara gördüyse bir müze bulup beni içerisine sokmayı başardı: Jewish History Museum.  11 euro verip içeri girdik ama iyi ki dolaşmışız. Yahudiler hakkında bilmediğim pek çok şeyi öğrendim. Ayrıca müze çok güzel dizayn edilmişti. Yer yer ekranlar vardı ve her ekranda yahudilerin farklı bir tarih aralığında yaşadıklarına yer verilmişti. Zaten bir sonraki satırlardan anlayacağınız üzere Amsterdam'daki müzeler gerçekten çok bilgilendirici ve etkileyici. Şehri ilerde gezmeyi düşünenlere mutlak önerim Müzelere gidin!!!İstemeseniz de gideceksinizzzz, bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca nereye kaçacaksınız görüceeeem :)

Müzeyi gezdik, tozduk. Hayat dışardaydı ve görülmeyi bekleyen çoook yer vardı. Ben tutturdum Dam'a gidelim diye. Ablacım da ne yapsın ben ne dersem ona uyum sağlayacak gibiydi. Yürüdük, yürüdük, yürüdük.Haritadan kaç m kaldığını anlayamadığım için tabelalar yardımıma koştu. 0,7 m. Off dayanamicam. Kanal kenarında otur, sandaletleri çıkar, oh ne rahat :) Ama çok uzun durmak yoook yola devam dedik ve sonunda merkeze yakın bir yerde durduk. Tam o anda bana dank etti, "ya Erdi bir ara city card gibi bir şeyin varlığından söz etmişti, biz mal gibi Jewish museum'a 11 euro baydık!!" Hemen bir hediyelik eşyacıya girdim ve bu kartı nereden temin edebileceğimi sordum. Cevap:Central station. Hay aksi biliyordum!!, bunu da unutmuşum yaa. Tam dükkandan çıkarken önümde bir varlık belirdi. Yok yok bu insan olamaz, eğer öyleyse de benim civarımda olanlardan çoook farklı !! "Sorry, I think I am going the same way with you, you can follow me" bunun üzerine Ben: "%&/()?*  sureee " Genç beyefendi benim dükkandakine sorduğum soruyu duymuş ve hemen gentlemanliğini konuşturup bu kıza yardımcı olmalıyım hissine kapılmış. Hemen dış tasvirine de geçiyorum: Menekşe gözler, siyah saçlar, 1.75-1.80 civarlarında ideal boy, beyaz ten, süper bir aksan. Nereli dersiniz?? Tabi ki de İ-tal-yan !!! Yol boyunca kendi hayatından kesitleri anlatmayı da eksik etmedi. 5 sene İspanya'da yaşamış. Geçen sene Amsterdam'a gelmiş, geldiğinde 30 Nisanmış(o tarihte karnaval gibi bir şey var, kraliçelerini kutluyorlar) etraf mükemmelmiş. Bu şehre aşık olmuş ve burda yaşamaya karar vermiş. Mariott Otel'de çalışıyor. Gentlemanlik o kadar hat safhadaki benden 20 metre öteye koşup bileti alacağım yerin kapısını açtı. İş bu ki, tarafımca karar verilmişti: "Tekrar Amsterdam'a gidileceeeeek, Mariott Otel'de kalınacaaak" =)

Arada yaşadığımız böyle güzel olaylar gezimize renk katıyordu ama bir turist olarak Amsterdam'a gelmişken yapmamız gereken bazı vazifelerimiz vardı. Onları katiyen yerine getirmemiz gerekiyordu. Derhal bir coffeeshop'a oturulacaaak ve lezzetli keklerden götürülecekti. Aynen böyle yaptım. Yaptık demek isterdim ama ablam < > ben. Ya hiç etkisi olmadı desem?? Sıfır yaa. Satıcı çocuk , aman çok strongdur, yok kendine dikkat et gibisinden pek çok öneri de bulundu ama bende bazı katmanlar kalınlaşmış yani onu anladım...

Artık city cardımız da vaaaar, müzelerden, restaurantlardan ve daha gezilip görülecek bilimum yerden indirim sağyalabilirizzzz. O zaman hedefimiz Madame Tussauds'tur ileriiii.. Kafam çok normal bir şekilde müzeyi dolaşmaya başladım ama bir de ne görelim!!!Fotoğraf makinemizin bataryası sizlere ömür!! Hemen müzenin girişinde görevli sempatik gence nerden pil alabileceğimizi sorduk. Alt kattaki müze shopundan alınıyormuş, aşağı inip pilleri aldık sonra tekrar yukarı çıktık. Maalesef müzenin kapanmasına çok az bir zaman kaldığından her tipi göremedik. Oysa ki Obama'yı görmeyi ne çok istemiştim. Ama benim için doruk noktasının Robert Pattison olduğunu belirtmeliyim :)

Müzeyi gezip dolaştıktan sonra dışarda bir yağmur bir yağmur. Hippie gençlerle beraber "singin in the rain" parçasını söyledik :) Sonra da ıslanarak daha fazla eğlenemeyeceğimizi anlayıp üzerinde "Shit Amsterdam is again raining" gibisinden bir şey yazan bir şemsiye aldık. Red light district taraflarına doğru yola çıktık. Yolda donarken, sabah caddede gördüğüm elemanların neden ceket, çizme gibi kışlık giysilerle dolaştığını anladım. Artık ben gülünecek haldeydim...Ama herşeyin bir çözümü vardı ve bir bara girerek bir süreliğine yağmurdan kaçmayı başardık. Kekin üstüne bira içtim. Yine bir şey yok.

Bugün daha ilk günümüz + yağmurlu, diğer günler eğlenceye gideriz mantığıyla çok da geç olmadan hostelimize girdik. Umudumuzu diğer zamanlarımıza bağladık, gerçekten de çok "fırtınalı" anlarımız oldu :S:S:S:S

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Rüyamda MACARİSTAN'daydım !! =)

Gerçekten de öyleydi :) Budapeşte sokaklarında dolandığımı gördüm geçen gece. Özlemişim oraları :P Döneli sadece 2 hafta olsa bile :P
Bu seneki yıllık iznimi Budapeşte + Amsterdam'da geçirmeye karar verdim. Karar verdim demek belki yanlış olabilir. Şartlar zorladı daha çok. Istanbul - Budapeşte gidiş dönüş 90 euro ya bilet bulmuştum (wizz air) Maalesef, havayolu şirketi iki şehir arası uçuşları sonradan  iptal etti. Vizeye Macaristan'dan başvurduğum ve Budapeşte- Amsterdam biletini çok önceden aldığım için girişi Macaristan'dan yapmak zorundaydım. O yüzdendir ki 240 euro'luk kazık Malev biletini aldım. Budapeşte'den Amsterdam gidiş dönüş biletleri de 150 euroydu. Yani nerden baksan 400 euro uçak bileti tuttu. Oysa ki benim asıl amacım Amsterdam'a gitmekti :( Neyse en azından bir şehir daha görmüş oldum diye kendimi avutuyorum :)
Başlıktan da anlayacağınız üzere bu yazıda sadece Macaristan'dan bahsedeceğim. Geziye ablamla beraber çıktım. 11 Temmuz sabahı saat 5'te uçağımız Budapeşte'ye havalandı. Havaalanına vardığımızda hemen bir taksici önümüzü çevirdi, biz de fazla uğraşmak istemediğimiz için hemen onun yönlendirdiği taksiye atlayıp şehrin merkezinin(daha doğrusu hostelin yerinin :)) yolunu tuttuk. Halbuki ne uğraşması yaaa, hemen çıkışta daha normal(en azından üzerinde taxi yazan) taksiler varmış. Aman yaa en fazla ne kadar kazık atmış olabilir ki. 28 istemişti başta, ben 20 ye düşürtmüştüm :P
Hostelin adresini çizgili saman kağıda :P yazmışım. Evet komik, ama bu notların baya faydasını gördüm. Macaristan'da belli bir yaşın üstündeki insanların ingilizce bilmediğini düşünürseniz sadece kağıdı ellerine tutuşturarak yönümüzü bulmamıza yardımcı olduklarını söyleyebilirim. Sevgili hostelimiz Aboriginal Hostel'e gayet kolay bir şekilde vardıktan sonra check inimizi yaptık, bavulları bıraktık vb. Zaten oda hazır değildi, istesek de yatıp dinlenemezdik. Ama yatmayı düşünen kim ! Hemen kendimizi Budapeşte sokaklarına attık. Hosteldeki yakışıklı Macar beyefendinin önerisi olan free walking tourun saati gelene kadar Budapeşte'nin yeşil+beyaz ve de meşhur Chain Köprü'sünü dolaştık. Acıktığımızı anladığımızda da meydanda bulunan Anna Cafe adlı lüks restauranta(yaptık işte bi salaklık) oturup Macar kahvaltı menüsü aldık. Ben etli, ablam da peynirli kahvaltı çeşidini aldı. O kadar büyük bir kahvaltı geldi ki, doğal olarak da çok pahalıydı. 8000 küsür HUF tuttu. 
Saat 10:30 da free walking tour a katılmak üzere meydandaki çeşmenin yolunu tuttuk. Baya insan vardı. İngilizce aksanını anlamakta ilk başta zorluk çektiğim Macar bir kız guide'ımızdı. İlk önce bizi çimenlere oturtup Macar tarihi hakkında bilgi verdi. Arada sorular sorarak bizim bilgimizi ölçmeye çalıştı. Soru: "Do you know where Hungarian people come from?" Kimsede tık yok, ben:) "ASIA !!" =) Türk tarih kitaplarında sıkça yazan o ibareleri hepimiz hatırlarız heralde. "Macarlar bir Türk boyudur. Avrupa Hun Devleti'nin soyundandır. Ama sonra slavlaşmışlardır" falan filan. Diğer Avrupa Birliği ülkesi vatandaşları pek böyle bilgiler edinmedikleri için cevaplayamadılar tabi :P Neyse kız doğal olarak bana "Correct" dedi. Aldığım eğitimle gurur duyarım :P Kız ayrıca Avusturya İmparatorluğu'nun, sonrasında Osmanlı yine Avusturya, Alman en sonunda da Sovyet egemenliklerinden bahsetti. "Osmanlıların burayı zaptetmesi aslında iyi oldu. Onlardan hamam ve kahve kültürünü öğrendik" demesi de hayli ilginç geldi =)
Çimenlerdeki tarih dersinden sonra Chain Bridge'e doğru yol aldık ve yolda demirlere oturmuş bir çocuk prens heykelinde durduk. Bu heykeli İngiltere prensi Charles çok beğenmiş kopyasını İngiltere'de yaptırmış. Chain Bridge'i arşınladıktan sonra köprünün yukardan resimlerini çekebileceğimiz yine çeşmeli, bir tepede soluklandık. Çeşmelerden su içebiliyorlar, ekliyim bu arada. Daha sonra da Buda tarafını tavaf ettik. Yine orda adını unuttuğum(ve size aktarmak için google lamaya bile üşendiğim :P) gotik bir kilise vardı. Bu gotik kiliseyi Osmanlılar cami yapmaya çalışmış. O yüzendir ki içerisinde mozaikler falan varmış. Biz içerisine girmedik.
Tüm bu free walking tour gezisi total 2 saat tuttu. En sonunda kız para istedi, güya freeydi,  peh. Hep böyle yapıyorlar ya :) "İnsanlar genelde 10 euro veriyor ama siz gönlünüzden ne koparsa onu verebilirsiniz" dedi. Biz de 5 euro verdik :PFree walking toru böylece bitti, ama yürümekten, ayaklarıma aşırı yüklenmekten ayakkabımın arkası ayağımı çok fena vurdu. Yürüyemeyecek hale geldim. Merkeze dönüşü otobüsle yaptık ve hemen bir H&M bulup kendime parmak arası terlik aldım :P Artık geziyi daha rahat yapacak hale gelmiştim ama az yorulduğumuzu farkedip Burger King'te dinlenme karar aldık. Burda 10-15 yaşlarında Türk genç öğrenci kafilesine rastladık. Masamızda dondurmamızı götürürken, meydandaki çeşmede yaşlı bir amcanın yıkanmasına şahit olduk :) Budapeşte'de çok evsiz var diye uyarmıştı ama arkadaşlarım önceden, pek yadırgamadım :P
Artık Hösök Tere'ye gitmenin tam zamanıydı kiiii (Heroes Square) Yol biraz uzundu ama düz ve ağaçlı olduğu için yürümesi zevkliydi. Ayrıca ayağımda ayaklarımı acıtacak bir ayakkabım yoktu :P Mekan çok güzeldi, özellikle castle ile gölün birleştiği manzaraya hasta oldum. Yine çimen sefası yaptık. Klasik müzik dinletisi vardı ufak, onu dinledik. Pek çok fotoğraf çekildik burda. Hösök'ten , hostelimizin bulunduğu yere yakın metro durağı olan Kalvin Tere gidebilmek için 2 metro değiştirdik. İlk bindiğimiz metro Avrupa'nun en eski metrosuymuş. Çok hızlıydı yaw. Ayrıca metronun yürüyen merdivenleri öyle bir jet hızıyla çalışıyor ki, merdivenlerde düşücem diye korkttum.
Hostelimize vardıktan sonra artık dinlenmek zorundaydık, çünkü ertesi sabah 5 te yine havaalanında olmamız gerekiyordu. ( Bu sefer Amsterdam için !!! =) O yüzden hosteldeki yakışıklı gencin "9 da hep beraber yemek yicez, katılmak ister misiniz?" teklifini o sırada uyuklamakta olduğum için mecburen reddettim.
-----------------------------------------Off to Amsterdam----------------------------------------------- --
16 Temmuz gecesi Budapeşte'ye yeniden vardık ve yine hostelimizin yolunu tuttuk. Şimdi ki hedefimiz Budapeşte caddelerinde gece dolaşmak ve şehrin aydınlanmış halini çekmekti. Önceki duyumlarımıza göre şehri sağlam aydınlatıyorlarmış. Gerçekten de öyleydi. Koprüler, binalar çok hoş görünüyordu. Free walking tour da gittiğimiz tepeye yeniden çıkalım dedik, ama in cin top oynuyordu sadece fareler vardı. Hemen bir foto alıp, kaçtık :P Gece hayatı da alıp başını gitmiş durumdaydı. Zaten caddelerin boş olmasından da anlamışsınızdır, herkes içerilerde kopuyordu :) Kızlar da gayet güzel ve süslü. Özellikle bayların bu şehri ziyaret etmelerini öneriyorum :)
Ertesi gün, bu sefer de hosteldeki bayanın önerisiyle Jewish District ve Terror House'u dolaştık. Jewish tarafında haliyle sinagog falan gördük, Terror House'da da Macarların 1. Dünya Savaşı'ndan beri Alman + Sovyetler tarafından uğradıkları "terror" anlatılmıştı. Çok sevdim, güzel hazırlanmış bir müze. Tüm bu yerleri gezdikten sonra da hediyelik eşya alma safhasına girdik. Artık yavaş yavaş akşam oluyordu zaten, hostele gittik, hazırlandık ve havaalanına vardık. Gece 11'de de uçağımız kalktı zaten. Budapeşte maceramız böylece sonlanmış oldu...


Bumerang - Yazarkafe