Bumerang - Yazarkafe

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Yoksa AMSTERDAM 'ı anlatmadım mı? :)

 DAY 1

NOT: Yazı uzun, ama noluuuur okuyuuuuuuun :P

12 Temmuz sabahı sabah 8 gibi Schipol Havaalanı'na varmış bulunduk, ama yolculuğumuz pek kolay geçmedi. Havada o kadar büyük bir bulut katmanı vardı ki uçak düşüşe geçerken karayı hiç göremeyeceğime dair bir hisse kapıldım. Sonuç olarak ne yazık ki bu yolculuğu da sapa sağlam tamamladık :P

Havaalanında trene atlayıp Central station ın yolunu tuttuk. Vardıktan sonra da 1-2-5 numaralı tramlerden birine atlayıp Keizergracht durağında indik. Buraya kadar hostelin hostelworld sitesinde yazan tarifine uygun hareket etmiştik, ama burdan sonra hangi yöne gideceğimizi kestiremedik. Harita da almamış olduğumuz için ben bir pizzacıya, gitmemiz gereken caddenin nerede olduğunu sordum:Kerkstraat. Almancaya yakın bir okunuşu olduğunu düşündüğümden "Kerkştraat" diye telafuz ettim ilk başta. Ama pizzacı kadın anlayamadı, yanındaki adama sordu. Ben de adama "Where is Kerkstraat" dedim, adam bu cümlemi "Where are the drugs?" şeklinde anlayıp beni şoke etti. =) Ben de "Kerkştraat" diye tekrar ettim. Bunun üzerine adam kadına "Nie rozumiem" dedi. Ben yine şok!! (Nie rozumiem Lehçe'de "Anlamıyorum" demek) yani bu elemanlar Polonyalıymış :) Sanırım bu millet kaderimde var :) Ama iyi ki "Kurwa" falan demedi, çok kötü sonuçlar doğurabilirdi :P

Sonra kadına adresin yazılı olduğu bir kağıdı gösterdim,( ne kadar salağım, neden daha önce yapmadım ki!!)  " aaa Kerkstraat, it is this(!) way" dedi ve gerçekten asrın hatasına imza attı. Öyle aptal bir yola soktu ki bizi anlatamam, sonra ben artık dayanamayıp bulduğum ilk bookstore a girdim ve şehrin cirlop gibi bir map ini aldım. Kasadaki bayana da gitmek istediğim yeri bir güzel anlattım, kadın da bana güzel direktifler verdi, bir kaç paslaşmadan sonraaa --> sonuç: Goool, Hans Brinker Hostel'deyiz !!!!

Ne hostel ama, hiç böyle bir yerde barınmamıştım. Herkes zombie gibi, etrafta nahoş kokular.. Kendimden geçmek için özel çaba sarfetmeme gerek yok :) Odamız temizleniyormuş o yüzden hemen bavulları bırakıp şehri keşfe çıktık. Dolaşırken etrafıma bakınıyorum ve kendime soruyorum "Hava günlük güneşlik, bu gençler sorunlu mu çizme + montla dolaşıyorlar??" Şortumla, sandeletimle bu insanların yanında kendimi, Istanbul'a turist olarak gelip etraftaki abaza tiplerden bihaber şekilde modern kıyafetlerle dolaşan turist kızlar gibi hissettim walla. Tanrım, teşekkürler !!!(dış ses :"sen sonra göreceksin")

İlk gezintilerimizde bir acemilik vardı tabi ki.. Caddelerde boş boş dolandık durduk, haritaya baktık. Tüm yollar nasıl olsa merkeze çıkar mantığıyla hareket ettik. Amaaa eğitimci ablam ne ara gördüyse bir müze bulup beni içerisine sokmayı başardı: Jewish History Museum.  11 euro verip içeri girdik ama iyi ki dolaşmışız. Yahudiler hakkında bilmediğim pek çok şeyi öğrendim. Ayrıca müze çok güzel dizayn edilmişti. Yer yer ekranlar vardı ve her ekranda yahudilerin farklı bir tarih aralığında yaşadıklarına yer verilmişti. Zaten bir sonraki satırlardan anlayacağınız üzere Amsterdam'daki müzeler gerçekten çok bilgilendirici ve etkileyici. Şehri ilerde gezmeyi düşünenlere mutlak önerim Müzelere gidin!!!İstemeseniz de gideceksinizzzz, bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca nereye kaçacaksınız görüceeeem :)

Müzeyi gezdik, tozduk. Hayat dışardaydı ve görülmeyi bekleyen çoook yer vardı. Ben tutturdum Dam'a gidelim diye. Ablacım da ne yapsın ben ne dersem ona uyum sağlayacak gibiydi. Yürüdük, yürüdük, yürüdük.Haritadan kaç m kaldığını anlayamadığım için tabelalar yardımıma koştu. 0,7 m. Off dayanamicam. Kanal kenarında otur, sandaletleri çıkar, oh ne rahat :) Ama çok uzun durmak yoook yola devam dedik ve sonunda merkeze yakın bir yerde durduk. Tam o anda bana dank etti, "ya Erdi bir ara city card gibi bir şeyin varlığından söz etmişti, biz mal gibi Jewish museum'a 11 euro baydık!!" Hemen bir hediyelik eşyacıya girdim ve bu kartı nereden temin edebileceğimi sordum. Cevap:Central station. Hay aksi biliyordum!!, bunu da unutmuşum yaa. Tam dükkandan çıkarken önümde bir varlık belirdi. Yok yok bu insan olamaz, eğer öyleyse de benim civarımda olanlardan çoook farklı !! "Sorry, I think I am going the same way with you, you can follow me" bunun üzerine Ben: "%&/()?*  sureee " Genç beyefendi benim dükkandakine sorduğum soruyu duymuş ve hemen gentlemanliğini konuşturup bu kıza yardımcı olmalıyım hissine kapılmış. Hemen dış tasvirine de geçiyorum: Menekşe gözler, siyah saçlar, 1.75-1.80 civarlarında ideal boy, beyaz ten, süper bir aksan. Nereli dersiniz?? Tabi ki de İ-tal-yan !!! Yol boyunca kendi hayatından kesitleri anlatmayı da eksik etmedi. 5 sene İspanya'da yaşamış. Geçen sene Amsterdam'a gelmiş, geldiğinde 30 Nisanmış(o tarihte karnaval gibi bir şey var, kraliçelerini kutluyorlar) etraf mükemmelmiş. Bu şehre aşık olmuş ve burda yaşamaya karar vermiş. Mariott Otel'de çalışıyor. Gentlemanlik o kadar hat safhadaki benden 20 metre öteye koşup bileti alacağım yerin kapısını açtı. İş bu ki, tarafımca karar verilmişti: "Tekrar Amsterdam'a gidileceeeeek, Mariott Otel'de kalınacaaak" =)

Arada yaşadığımız böyle güzel olaylar gezimize renk katıyordu ama bir turist olarak Amsterdam'a gelmişken yapmamız gereken bazı vazifelerimiz vardı. Onları katiyen yerine getirmemiz gerekiyordu. Derhal bir coffeeshop'a oturulacaaak ve lezzetli keklerden götürülecekti. Aynen böyle yaptım. Yaptık demek isterdim ama ablam < > ben. Ya hiç etkisi olmadı desem?? Sıfır yaa. Satıcı çocuk , aman çok strongdur, yok kendine dikkat et gibisinden pek çok öneri de bulundu ama bende bazı katmanlar kalınlaşmış yani onu anladım...

Artık city cardımız da vaaaar, müzelerden, restaurantlardan ve daha gezilip görülecek bilimum yerden indirim sağyalabilirizzzz. O zaman hedefimiz Madame Tussauds'tur ileriiii.. Kafam çok normal bir şekilde müzeyi dolaşmaya başladım ama bir de ne görelim!!!Fotoğraf makinemizin bataryası sizlere ömür!! Hemen müzenin girişinde görevli sempatik gence nerden pil alabileceğimizi sorduk. Alt kattaki müze shopundan alınıyormuş, aşağı inip pilleri aldık sonra tekrar yukarı çıktık. Maalesef müzenin kapanmasına çok az bir zaman kaldığından her tipi göremedik. Oysa ki Obama'yı görmeyi ne çok istemiştim. Ama benim için doruk noktasının Robert Pattison olduğunu belirtmeliyim :)

Müzeyi gezip dolaştıktan sonra dışarda bir yağmur bir yağmur. Hippie gençlerle beraber "singin in the rain" parçasını söyledik :) Sonra da ıslanarak daha fazla eğlenemeyeceğimizi anlayıp üzerinde "Shit Amsterdam is again raining" gibisinden bir şey yazan bir şemsiye aldık. Red light district taraflarına doğru yola çıktık. Yolda donarken, sabah caddede gördüğüm elemanların neden ceket, çizme gibi kışlık giysilerle dolaştığını anladım. Artık ben gülünecek haldeydim...Ama herşeyin bir çözümü vardı ve bir bara girerek bir süreliğine yağmurdan kaçmayı başardık. Kekin üstüne bira içtim. Yine bir şey yok.

Bugün daha ilk günümüz + yağmurlu, diğer günler eğlenceye gideriz mantığıyla çok da geç olmadan hostelimize girdik. Umudumuzu diğer zamanlarımıza bağladık, gerçekten de çok "fırtınalı" anlarımız oldu :S:S:S:S

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Rüyamda MACARİSTAN'daydım !! =)

Gerçekten de öyleydi :) Budapeşte sokaklarında dolandığımı gördüm geçen gece. Özlemişim oraları :P Döneli sadece 2 hafta olsa bile :P
Bu seneki yıllık iznimi Budapeşte + Amsterdam'da geçirmeye karar verdim. Karar verdim demek belki yanlış olabilir. Şartlar zorladı daha çok. Istanbul - Budapeşte gidiş dönüş 90 euro ya bilet bulmuştum (wizz air) Maalesef, havayolu şirketi iki şehir arası uçuşları sonradan  iptal etti. Vizeye Macaristan'dan başvurduğum ve Budapeşte- Amsterdam biletini çok önceden aldığım için girişi Macaristan'dan yapmak zorundaydım. O yüzdendir ki 240 euro'luk kazık Malev biletini aldım. Budapeşte'den Amsterdam gidiş dönüş biletleri de 150 euroydu. Yani nerden baksan 400 euro uçak bileti tuttu. Oysa ki benim asıl amacım Amsterdam'a gitmekti :( Neyse en azından bir şehir daha görmüş oldum diye kendimi avutuyorum :)
Başlıktan da anlayacağınız üzere bu yazıda sadece Macaristan'dan bahsedeceğim. Geziye ablamla beraber çıktım. 11 Temmuz sabahı saat 5'te uçağımız Budapeşte'ye havalandı. Havaalanına vardığımızda hemen bir taksici önümüzü çevirdi, biz de fazla uğraşmak istemediğimiz için hemen onun yönlendirdiği taksiye atlayıp şehrin merkezinin(daha doğrusu hostelin yerinin :)) yolunu tuttuk. Halbuki ne uğraşması yaaa, hemen çıkışta daha normal(en azından üzerinde taxi yazan) taksiler varmış. Aman yaa en fazla ne kadar kazık atmış olabilir ki. 28 istemişti başta, ben 20 ye düşürtmüştüm :P
Hostelin adresini çizgili saman kağıda :P yazmışım. Evet komik, ama bu notların baya faydasını gördüm. Macaristan'da belli bir yaşın üstündeki insanların ingilizce bilmediğini düşünürseniz sadece kağıdı ellerine tutuşturarak yönümüzü bulmamıza yardımcı olduklarını söyleyebilirim. Sevgili hostelimiz Aboriginal Hostel'e gayet kolay bir şekilde vardıktan sonra check inimizi yaptık, bavulları bıraktık vb. Zaten oda hazır değildi, istesek de yatıp dinlenemezdik. Ama yatmayı düşünen kim ! Hemen kendimizi Budapeşte sokaklarına attık. Hosteldeki yakışıklı Macar beyefendinin önerisi olan free walking tourun saati gelene kadar Budapeşte'nin yeşil+beyaz ve de meşhur Chain Köprü'sünü dolaştık. Acıktığımızı anladığımızda da meydanda bulunan Anna Cafe adlı lüks restauranta(yaptık işte bi salaklık) oturup Macar kahvaltı menüsü aldık. Ben etli, ablam da peynirli kahvaltı çeşidini aldı. O kadar büyük bir kahvaltı geldi ki, doğal olarak da çok pahalıydı. 8000 küsür HUF tuttu. 
Saat 10:30 da free walking tour a katılmak üzere meydandaki çeşmenin yolunu tuttuk. Baya insan vardı. İngilizce aksanını anlamakta ilk başta zorluk çektiğim Macar bir kız guide'ımızdı. İlk önce bizi çimenlere oturtup Macar tarihi hakkında bilgi verdi. Arada sorular sorarak bizim bilgimizi ölçmeye çalıştı. Soru: "Do you know where Hungarian people come from?" Kimsede tık yok, ben:) "ASIA !!" =) Türk tarih kitaplarında sıkça yazan o ibareleri hepimiz hatırlarız heralde. "Macarlar bir Türk boyudur. Avrupa Hun Devleti'nin soyundandır. Ama sonra slavlaşmışlardır" falan filan. Diğer Avrupa Birliği ülkesi vatandaşları pek böyle bilgiler edinmedikleri için cevaplayamadılar tabi :P Neyse kız doğal olarak bana "Correct" dedi. Aldığım eğitimle gurur duyarım :P Kız ayrıca Avusturya İmparatorluğu'nun, sonrasında Osmanlı yine Avusturya, Alman en sonunda da Sovyet egemenliklerinden bahsetti. "Osmanlıların burayı zaptetmesi aslında iyi oldu. Onlardan hamam ve kahve kültürünü öğrendik" demesi de hayli ilginç geldi =)
Çimenlerdeki tarih dersinden sonra Chain Bridge'e doğru yol aldık ve yolda demirlere oturmuş bir çocuk prens heykelinde durduk. Bu heykeli İngiltere prensi Charles çok beğenmiş kopyasını İngiltere'de yaptırmış. Chain Bridge'i arşınladıktan sonra köprünün yukardan resimlerini çekebileceğimiz yine çeşmeli, bir tepede soluklandık. Çeşmelerden su içebiliyorlar, ekliyim bu arada. Daha sonra da Buda tarafını tavaf ettik. Yine orda adını unuttuğum(ve size aktarmak için google lamaya bile üşendiğim :P) gotik bir kilise vardı. Bu gotik kiliseyi Osmanlılar cami yapmaya çalışmış. O yüzendir ki içerisinde mozaikler falan varmış. Biz içerisine girmedik.
Tüm bu free walking tour gezisi total 2 saat tuttu. En sonunda kız para istedi, güya freeydi,  peh. Hep böyle yapıyorlar ya :) "İnsanlar genelde 10 euro veriyor ama siz gönlünüzden ne koparsa onu verebilirsiniz" dedi. Biz de 5 euro verdik :PFree walking toru böylece bitti, ama yürümekten, ayaklarıma aşırı yüklenmekten ayakkabımın arkası ayağımı çok fena vurdu. Yürüyemeyecek hale geldim. Merkeze dönüşü otobüsle yaptık ve hemen bir H&M bulup kendime parmak arası terlik aldım :P Artık geziyi daha rahat yapacak hale gelmiştim ama az yorulduğumuzu farkedip Burger King'te dinlenme karar aldık. Burda 10-15 yaşlarında Türk genç öğrenci kafilesine rastladık. Masamızda dondurmamızı götürürken, meydandaki çeşmede yaşlı bir amcanın yıkanmasına şahit olduk :) Budapeşte'de çok evsiz var diye uyarmıştı ama arkadaşlarım önceden, pek yadırgamadım :P
Artık Hösök Tere'ye gitmenin tam zamanıydı kiiii (Heroes Square) Yol biraz uzundu ama düz ve ağaçlı olduğu için yürümesi zevkliydi. Ayrıca ayağımda ayaklarımı acıtacak bir ayakkabım yoktu :P Mekan çok güzeldi, özellikle castle ile gölün birleştiği manzaraya hasta oldum. Yine çimen sefası yaptık. Klasik müzik dinletisi vardı ufak, onu dinledik. Pek çok fotoğraf çekildik burda. Hösök'ten , hostelimizin bulunduğu yere yakın metro durağı olan Kalvin Tere gidebilmek için 2 metro değiştirdik. İlk bindiğimiz metro Avrupa'nun en eski metrosuymuş. Çok hızlıydı yaw. Ayrıca metronun yürüyen merdivenleri öyle bir jet hızıyla çalışıyor ki, merdivenlerde düşücem diye korkttum.
Hostelimize vardıktan sonra artık dinlenmek zorundaydık, çünkü ertesi sabah 5 te yine havaalanında olmamız gerekiyordu. ( Bu sefer Amsterdam için !!! =) O yüzden hosteldeki yakışıklı gencin "9 da hep beraber yemek yicez, katılmak ister misiniz?" teklifini o sırada uyuklamakta olduğum için mecburen reddettim.
-----------------------------------------Off to Amsterdam----------------------------------------------- --
16 Temmuz gecesi Budapeşte'ye yeniden vardık ve yine hostelimizin yolunu tuttuk. Şimdi ki hedefimiz Budapeşte caddelerinde gece dolaşmak ve şehrin aydınlanmış halini çekmekti. Önceki duyumlarımıza göre şehri sağlam aydınlatıyorlarmış. Gerçekten de öyleydi. Koprüler, binalar çok hoş görünüyordu. Free walking tour da gittiğimiz tepeye yeniden çıkalım dedik, ama in cin top oynuyordu sadece fareler vardı. Hemen bir foto alıp, kaçtık :P Gece hayatı da alıp başını gitmiş durumdaydı. Zaten caddelerin boş olmasından da anlamışsınızdır, herkes içerilerde kopuyordu :) Kızlar da gayet güzel ve süslü. Özellikle bayların bu şehri ziyaret etmelerini öneriyorum :)
Ertesi gün, bu sefer de hosteldeki bayanın önerisiyle Jewish District ve Terror House'u dolaştık. Jewish tarafında haliyle sinagog falan gördük, Terror House'da da Macarların 1. Dünya Savaşı'ndan beri Alman + Sovyetler tarafından uğradıkları "terror" anlatılmıştı. Çok sevdim, güzel hazırlanmış bir müze. Tüm bu yerleri gezdikten sonra da hediyelik eşya alma safhasına girdik. Artık yavaş yavaş akşam oluyordu zaten, hostele gittik, hazırlandık ve havaalanına vardık. Gece 11'de de uçağımız kalktı zaten. Budapeşte maceramız böylece sonlanmış oldu...


26 Temmuz 2011 Salı

Zamanı daha iyi kullanmak gerekirdi aslında

Zaman ne kadar hızlı geçiyor yaa. Belki de yaşlanmaya başladığımı hissettiğimden böyle geliyor :S Ve de hiç iyi kullandığımı düşünmüyorum. Bakınız: hedeflerimden bir hayli uzağım..Ulaşmak için zamanım yok!!

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Depreeeeeem

Bu akşam beni en çok etkileyen olay haliyle 5.2 şiddetindeki Tekirdağ merkez üssü deprem oldu. Çok sallanmadım ama sallantının şiddeti büyük geldi. Neyse ki hiç hasar olmadan atlattık. Umarım o büyük Istanbul depremi dedikleri budur, bir daha deprem meprem olmaz  :P

Bazen de böyle şeyler düşünüyorum

Diğer insanların yaptıklarını izleyip aynı şekilde hareket etmek mi yoksa insanın kendisi için en doğru olduğunu bildiği yolda ilerlemesi mi? En doğru olan yol derken, belki gerçekten iyi işler başarılmayacak, misal zengin ya da çok kültürlü bir insan olamayacaksın ama bulunduğun mevki ve koşullar sana yetecek, mutlu olacaksın. İnsan, özgürce hareket edip fikirlerini söyleyemediği bir ortamda yaşıyorsa zaten bu ikinci seçeneği pratiğe dökmesi imkansızlaşıyor. Diğer çevrelerde en azından bu iki seçenekten birini seçme şansı tanınmış oluyor. Çevredeki örneklerden de biraz yola çıkarak bu iki yaşan tarzını kendimce, yani subjektif bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Taklitçi ve rekabetçi kişilik... Küçükken etrafında gördüğü herşeyi ister. İlkokulda( eğer biraz hırslıysa) diğer öğrencilerin çalışkanlıklarını kıskanır, (eğer hırslı değilse de) yine reklamlarda ya da onda bunda gördüğü oyuncakları falan ister. Ortaokulda başlayan ve lise ile devam eden bir süreç içerisinde ise diğer insanların aşklarını ister. Arkadaşları sevgili yapmaya başladığında o da boş durmak istemez onlar gibi çift olmak ister, karşısındakini sevse de sevmese de... Sevmeyince sevmek için ya da sever gibi görünmek için kendisini zorlar ama belki de o an aklında çok başka şeyler vardır. Bambaşka bir insan olmak istiyordur ama etrafına uyum sağlayabilmek için, "onlar" gibi olabilmek için kendi fikirlerinden, planlarından taviz verebilir. Bu kişi üniversiteye geldiğinde ise 3 kırılımdan herhangi birini seçebilir. (eğer az çok politika-ideoloji gibi şeylerle ilgileniyorsa) yine kendini diğerlerine ispat etmek için ya da belki de hiç içeriğini net bilmediği düşünceleri savunmak için olaylara karışır, (eğer derslerine kasıyorsa) ilerde para kırmak isteyen arkadaşlarının yaptığı gibi derslerine inek misali çalışır iyi bir ortalama yapıp adı sanı duyulmuş bir şirkete kapağı atmak ister (yanında dolaşan insana önem veriyorsa) yakışıklı veya güzel sevgili arayışlarına girer, burdaki amacı ise civarındaki insanlardan önce evlenip çoluk çocuğa karışmak olabilir mesela. İş hayatında sabahtan akşama çalışır, yetmez mesaiye kalır. Bu sefer çalışma anlamında etrafından daha bağımsız hareket edebilir aslında kimse mesai kalmazsa da o kalır. Hayatında rekabete ve başarıya daha çok yer vardır artık.. Yaşı gelince de münasip bir eş bulur kendine, çoluğa çocuğa karışır, onların büyümesini bekler bekler o bekledikçe yaşı beklemez kemale erer ve vatandaş tahtalı köyü boylar. Allah rahmet eylesin...
Kendi halinde yaşamına devam etmek isteyen kişi. Namıdeğer deli, ama belki de yaratıcı, farklı belki de bu dünyadan hiç değil, yakışmıyor çünkü... Küçükken konuşmayı geç sökebilir, ya da elinde avucunda bir şey olmamasına rağmen diğer çocuklar ona imrenir. Onda değişik bir şeyler vardır hep. İlkokulda (eğer öğrenmeyi seviyorsa) derslerini dinler, çalışır ama sadece bundan zevk aldığı için, (eğer öğrenmeyi sevmiyorsa) kendine illa ilgilenecek bir hobi bulur, ama örneğin erkekse ve tüm erkek çocuklar futbola sarmışsa o basketbolla ilgilenir vb. Ortaokulda ve lisede herkes sevgili yapma yarışındayken ( eğer çok maymun iştahlı ve bencilse) kimseye yüz vermez ya da bir kişiden hoşlanması toplam 1 hafta sürer, ( eğer az romantikse) sürekli platonik aşklar yaşar, bir araya gelmek istemez çünkü onun için güzel olan şey uzaktan izlemektir. Üniversitede (eğer politika ve ideoloji ile ilgileniyorsa ) kendince çok değişik fikirler yaratabilir, ama olaylara girmez çünkü her girdiği toplum ya da her öğrenmeye çalıştığı düşünce kendinkilerden bazı yönleri ile farklıdır, hiçbirine tam uyum sağlayamaz. (eğer derslerle ilgilenmeyi seçtiyse) çok farklı projeler ortaya koyabilir ama bunları yapmaktaki amacı hiçbir zaman diğer insanlardan üstün olmak değildir, sadece kendini aşmaya çalışır. (eğer romantikse) Aslında lisedeki gibi halen aşkı tam anlamıyla bulamaz. Sadece etrafını izler ve aradığı insanın onlardan biri olmadığına emin olmaya çalışır. Bir gün birinden hoşlansa ertesi gün ondan daha iyisini bulacağını düşünüp vazgeçer.İçten içe böyle bağlılıklar için halen genç olduğunu düşünür. İş hayatına ya başlar ya başlamaz. (eğer iş hayatına girmediyse)Ailede para varsa gezer tozar, kitaplar yazar, belki biraz okur sonra bırakır. mezun olduktan 10 sene sonra dünyanın çok farklı yerinde yaşıyor olabilir. Ailede para yoksa başka ülkelere(bazen sırf macera için) kaçak olarak gitmek isteyebilir. (iş hayatına atıldıysa) çok yönlü birisi olmaya çalışır. İş hayatının kendi özgürlüğünü sınırlamasına izin vermez ki bu yüzden de çok uzun süre bir işte çalışamaz. Etrafındaki insanlar evleniyor diye tutuşmaz, çocukları oluyor diye iç geçirmez.. İnsanlar hep onu yalnız olarak tanımlar ama kendi iç dünyasında bir sürü sevgili ve çocuğa sahiptir. Bu düşüncelerle yaşar gider ( belki şanslıysa) 50 yaşında bile olsa hiç farketmez karşısına doğru düzgün biri çıkar onunla evlenir, anılarını ve planlarını ona anlatır,  o da "dinler".. Kendine sürekli farklı planlar ve amaçlar hazırlayarak yaşamını sürdüre durur ama tabi hayatta bir yerde çıkmaz sokağa girer ve daha fazla ilerleyemez. Amaçlar ise her zaman havadadır, toprağa girmez. O kişi tarafından gerçekleştirilemese de onun etkilediği insanlar tarafından gerçekleştirilirler. "İyi bilirdik" demeyi hakedebilir o zaman. Sevenlerin başı sağolsun hatta.
Bu iki kişilikten hangisine kendinizi yakın görürseniz görün ama lütfen lütfeeeeen sizden farklı düşünen insanları yargılamayın.. Onların yapmak istedikleri şeyleri küçümsemeyin ya da engellemeye çalışmayın. Hayat, öznel kararlarla şekillendiği sürece güzel, sonuçları ne olursa olsun...

Bodrum kısa ama güzel...

Pek çok insanın aklına mantığına sığmayacak bir işi yaptım ve günübirlik Bodrum'a gittim. İş hayatından, sürekli düzenden bıktığım bir anda verdiğim sağlıksız bir karardı aslında. Ama gidip gezdikten sonra çok da saçma olmadığını düşündüm. Hatta bir daha gitmek istiyorum ama bu sefer kalcam söz :)
Öncelikle Bodrum'daki sosyete mekanlarını gezemediğimi üzülerek belirteyim. Daha çok merkezde dolandım durdum. Çarşıyı gezdim ve biraz alışveriş yaptım. Çarşıyı geçtikten sonra sağda beliren taşlı plajda denize girdim. Denizi çok hoş, temiz ve berrak. Ayrıca haziranın başı olmasına rağmen yine de çok sıcak. Yüzmek ve güneşlenmek uzun zamandır yapamadığım şeylerdi, tadını çıkarmaya baktım :)
Bodrum su altı arkeoloji müzesini gezmeyi çok istedim ama vaktim kısıtlı olduğu için daha çok plajda takıldım. Bir ara yanlımıyorsam adı Köşem Restaurant olan mekanda oturdum milkshake içtim. Hava Istanbul'dakinden kat kat daha sıcaktı. O yüzden bayaa soğuk içecek tükettim. :)
Bir daha ki gezimi daha uzun tutma amacıyla Bodrum'dan ayrıldım. Kısa ama eğlnceli bir gezi olmuştu benim için.

Herkes lense geçer ben gözlüğe.

Evet böyle tersine bir durum söz konusu. Eskiden gözlüklü bildiğim arkadaşlarım teker teker lense geçtiler. Çok değişik bir hava yakaladılar, ama bazıları da dört göz halleriyle daha iyiydi ne yalan söyleyeyim. Gözlük bana yakışıyor demiyorum ama istediğim özelliklerde bir aksesuar taşımak en azından kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor. Tüm bu nedenlerden ötürü paraya kıydım, yıllardır istediğim ama kullanmaya cesaret edemediğim o muhteşem çerçeveli gözlüğü aldım. Adeta 60 larda yaşıyorum şu anda. Beatles'ın 5. üyesiyim.

Ah Istanbul keşke bu kadar kalabalık olmasaydın...

Her gün sabah 9 dan akşam 6 ya kadar(bazen 8 e 9 a ) çalışıyorum çalışıyorum, işten çıkma vakti geldiğinde de "Taksim'e gideyim" ya da "Alışveriş yapayım" gibi pek çok planı aklımdan geçirip duruyorum. Ama sonra tüm bu planlardan "Offf. her yer kalabalık. Mecidiyeköy'den metrobüse binsem kalabalık. İstiklal'de yürüsem kalabalık. Nereye gitsem nerde çokluk orda..."  gibi sitemler eşliğinde vazgeçiyorum.  Tamam İstanbul güzel şehir, pek çok tarihi yer, görülesi güzellikler var ama neden neden hiçbir yerde rahat rahat yürüyüp caddelerin tadını çıkaramıyorum. Neden hep insanlara çarpıyorum!!!Kafamı dinleyip dolaşabileceğim parktır, sahil şerididir (laf atan insanın bulunmayacağı) yerler istiyorum! Baya araştırdım ve 22 yıldır İstanbul'da yaşayan biri olarak pek çok yerine gittim gezdim, o yüzden pek umudum yok ama yine de mekan önerilerine açığım.
Şu an işteyim. Saat 17:49. Yine bir yere gitmeme kararı aldım, çünkü bir sürü bahane buldum. Arabesk şarkı sözü gibi olacak ama Istanbul'a küstüm mü nedir?
Ha bu arada Hong Kong şehri Istanbul'un 3 te biri büyüklüğündeymiş ama 23 milyonluk bir nüfusa sahipmiş. Orda yaşasam çıldırırdım heralde. Oh yeah...

Hooverphonic sen neymişsin yaa..

Başlıktan yola çıkıp "Aaaa sen bilmiyo muydun? Neden konserine gittin o zaman?" gibi değişik düşüncelere kapılmamanızı rica ederim.:) Tabi ki Hooverphonic'in farkında olan bir insandım ama canlı performans konusunda bu kadar başarılı olduklarından bihaberdim ne yazık ki.. İki gece üst üste konsere gelmişlerdi.  İkisine de giderdim!
Hooverphonic'in 18 Mayıs'da İKSV Salon'daki konserinde bulundum. "Mad about you" ve "Eden" gibi parçalarını ara ara dinlerdim. Konserden önce de ezberledim sayılır. Ama "we all float" ve "love me to death" parçalarına canlı performansın da yarattığı bir etkiyle kapıldım gittim resmen. Zaten performansları tartışmasız mükemmeldi.Konserlerinde, gittikleri yörenin bir parçasını seslendiriyorlarmış, bize de Tarkan'ın Şımarığını çaldılar sağolsunlar. :) Solist değişmiş, Geike Arnaert 'in yerine Noeime Wolfs gibi daha hoş, daha genç bir kızcağız gelmiş. Noeime Wolfs'un "The night before" unu da dinledik(klibine+sözlerine bayılıyorum)
Grup üyeleri bir hayli sempatikti. Alex'in gitar çalarken olan mimikleri çok tatlıydı :P Seyirciyle olan ilişkilerini beğendim, pek giderleri olmasa da :D Bir de konser esnasında bir genç sürekli "Hurt meeeeee" diye bağırıp durdu. Alex de ona "You hurt me" diye takılıp durdu. Hurt me ne yaaa :D
Unutmadan mekan da süperdi. Sahneye daha yakındık, boş kalabalık yoktu.  İyiydi, iyi..:)



Klasik Müzik Üzerine

Bazen hiçbir şey yazasım gelmiyor. Bazense paylaşmak için bir ton şeyin kafamda biriktiğini farkediyorum. Bugün de o ikinci bazenler kapsamına giriyor.
Laptop u açarken Bach cd min içerisinde kalmış olduğunu farkettim ve hiç ellemedim, tekrar dinliyim şu güzel müziği dedim. Bu blogu az çok okumuş insanlar müziğe olan ilgimi anlamıştır sanıyorum. Güzel olduğu müddetçe müziğin her türünü dinlerim. Bu türler daha çok rock semalarında yoğunlaşsa da klasik müziğin de benim içimde apayrı bir yeri olduğunu belirtmeliyim.
Bach, Chopin, Vivaldi, Tschaikowsy, Mozart, Beethoven.. Hepsinin cd lerini içeren bir koleksiyonum var( D&R dan 10 tl ye almıştım ama koleksiyon koleksiyondur! :))Klasik müzik çoğu kişi tarafından insanda huzur duygusu yaratan bir tür olarak algılanır. Ama bence kişi, farklı bestecilerden ve bunların farklı parçalarından ruh haline uygun melodiler bulabilir. Ya da en azından ben buluyorum. Örneğin, Vivaldi parçaları bende genelde neşe hissi uyandırırken, Bach muhteşem stringler ile damardan girip hüzünlendirir. Bach dinlerken kendimi yeni çağ Avrupasında buluyorum. Kahrolsun şu 16-18 yy. Avrupasına duyduğum ilgi! Kıyafetler, faytonlar, saraylar, centilmenler(tercihen peruksuz) Nasıl bir tutkudur bu! Hiçbir zaman o şekilde yaşamayacağını biliyorsun ama her yönüyle bu yaşam stiline şiddetle bayılıyorsun! Arada kıyafet partilerine falan katılıp bu derin sevgimi az çok yaşiyim bari...Ama şu anda Violin Concerto, Adegio da beni bu zamanlara götürdü sanki.
Chopin'le resmen depresyona giriyorum. Funeral march nasıl bir parçadır, oh my gosh! Tschaikowsy'nin de Romeo&Juliet'ini gayet beğenerek dinliyoruz, bir gün aşık olmak ümidiyle..
Klasik müzik hakkında çok teknik detaylara girebilmeyi isterdim ama kahpe kader bu yolda değil de bilg. mühendisi olmam yolunda rotayı belirlediği için şimdilik bu şekilde analiz edebiliyorum. (aslında bu biraz da insanın seçimlerine göre değişiyor, işten sıyrılmak istemem)Çello çalmak istediğimi söylediğimde insanlar gülüp, "Nasıl taşican o koca aleti?" diyorlar. Nasıl mı? Tabi ki müziğin bana vermiş olduğu iman gücüyle!
Finally, Largo Presto beni yıktı geçirdi diyor ve klasik müzik üzerine sohbetler oturumunu burda  sonlandırıyorum.

Morrissey - I have forgiven Jesus :çok derin

Bloguma sık yazı giremiyorum ama en azından benim için manalı olan bazı şarkıları arada paylaşayım dedim. Morrissey in şarkılarının sözleri zaten aşmış oluyor genelde ama hayatımdan bazı kesitleri, çokça dile getirdiğim duyguları, şu şarkıda, rahatlıkla bulabiliyorum. Buyrunuz:

I was a good kid
I wouldn't do you no harm
I was a nice kid
With a nice paper round
Forgive me any pain
I may have brung to you
With God's help I know
I'll always be near to you
But Jesus hurt me
When he deserted me, but

I have forgiven Jesus
For all the desire
He placed in me when there's nothing I can do
With this desire

I was a good kid
Through hail and snow I'd go
Just to moon you
I carried my heart in my hand
Do you understand?
Do you understand?
But Jesus hurt me
When he deserted me, but

I have forgiven Jesus
For all of the love
He placed in me
When there's no-one I can turn to with this love

Monday - humiliation
Tuesday - suffocation
Wednesday - condescension
Thursday - is pathetic
By Friday life has killed me
By Friday life has killed me

(Oh pretty one, Oh pretty one)

Why did you give me
So much desire?
When there is nowhere I can go
To offload this desire
And why did you give me
So much love
In a loveless world
When there's no one I can turn to
To unlock all this love
And why did you stick me in
Self-deprecating bones and skin
Jesus - do you hate me?
Why did you stick me in
Self-deprecating bones and skin
Do you hate me? do you hate me?
Do you hate me? do you hate me?
Do you hate me?

Suede:Müzikten ne bekliyorsam o !

Bu aralar Efes Pilsen One Love Festivale gitmeyi kafama koymuş durumdayım. Hatta kombine alıcam o derece yani :D. Çok beğendiğim gruplar geliyor. Suede de bunlardan biri. Suede in müzik tarzını Brit-rock olarak tanımlasam mı diye düşündüm ama daha çok glam rock.. Önceden dinlemediyseniz mutlaka ama mutlaka şu gruba bi kulak verin! Hem sözler hem müzik beni alıp başka alemlere :P götürüyor. Özellikle trash ve everythin will flow parçaları bende alkolün bıraktığı etkiyi bırakıyor.=) Şu trashin sözlerine göz atın lütfen:
Maybe, maybe it's the clothes we wear,
The tasteless bracelets and the dye in our hair,
Maybe it's our kookiness,
Or maybe, maybe it's our nowhere towns,
Our nothing places and our cellophane sounds,
Maybe it's our looseness,

But we're trash, you and me,
We're the litter on the breeze,
We're the lovers on the streets,
Just trash, me and you,
It's in everything we do,
It's in everything we do...

Maybe, maybe it's the things we say,
The words we1ve heard and the music we play,
Maybe it's our cheapness,
Or maybe, maybe it's the times we've had,
The lazy days and the crazes and the fads,
Maybe it's our sweetness,

But we're trash, you and me,
We're the litter on the breeze,
We're the lovers on the streets,
Just trash, me and you,
It's in everything we do,
It's in everything we do.

But we're trash, you and me,
We're the lovers on the streets,
We're the litter on the breeze,
Just trash, me and you,
It's in everything we do,
It's in everything we do...
Bu şarkıda anlatılanlar aslında hepimizin hayali değil midir? Dünyevi zorunluluklardan uzak, sadece müzik veya başka eğlenceli bir işle uğraşarak daha duygulu, daha manalı yaşamak..Vaziyeti "çöplük" ve "tembellik" olarak tanımlamak ama yine de bundan vazgeçmeyip, tadını çıkarmak...Hatta "sweetness" demek buna... Halen "ben böyle şeyler istemiyorum" diyorsanız da siz bilirsiniz =)
Solist Brett Anderson'ın sesi kimileri tarafından beğenilmeyebilir ama ben seste ayrı bir duygusallık buluyorum. Ayrıca müziğe, melodiye kendimi daha fazla kaptırdığım için ses kulağımı pek tırmalamıyor.
One Love festivale gelecek ve heyecanla beklediğim diğer bir isim de Manic Street Preachers. Motorcycle emptiness şarkıları başka bir gezegenden geliyor olmalı..


Black Swan Pek de Orjinal Bir Film Değilmiş

!Dikkat spoiler içerir!
Malumunuz son aylarda en çok izlenen ve beğenilen filmlerden birisidir Black Swan(namıdeğer Siyah Kuğu). Ne yalan söyleyeyim ben de ilk izlediğimde gayet beğenmiştim. Bunun sebebi baleye olan ilgim olabilir, Vincent Cassel olabilir :P. Sonuç olarak, insanlara izlemeleri için tavsiye ettiğim bir filmdi ta kiiii 1948 yılı yapımı Red Shoes adlı mükemmel filmi seyredene dek...
Red Shoes masalında bahsi geçen red shoes :) yani kırmızı ayakkabılarda kara büyü var. Onları ayağına geçiren zavallı kız dağ tepe çıkıyor, dolaşıyor yoruluyor ama kırmızı ayakkabılar durmak bilmiyor. En sonunda da dans ede ede kız ölüyor. Black Swan filminde de adından anlaşılacağı gibi black swan ın öyküsü anlatılıyor. Bir tarafta temiz kalpli, beyaz kuğu, diğer tarafta da aşkına karşılık bulamayan siyah kuğu. İki film de senaryosunu masallardan almış.
Red Shoes filminde Lermontov adlı bir adam, bale organizasyonlarında  Victoria Page adlı  balerini dans ettiriyor. Vincent da bale eğitmeni olarak Lermontov rolüne yakın bir imaj çiziyor. Victoria rolünde karşımızda Moira Sheaer adında İskoç prenses var. Kendisi has ve has balerin, bize dansını tüm güzelliğiyle ortaya koyuyor. Öte yandan, Natalie Portman'ın dansında sadece kafa izliyoruz. 
İki filmdeki balerinlerin akıbetleri, canlandırdıkları karakterlerin kaderiyle aynı oluyor. Bu mevzuyu da Siyah Kuğu diğer filmden çormuş maalesef. Unutmadan, Red Shoes'un bir başka artısı da Monte Carlo'da geçiyor olması.
İki film arasında birebir aynı diyebileceğim sahneler de mevcut. Red Shoes'da Lermontov balerinler arasında eleme yapma amacıyla bir kaç kızın öne çıkmasını söylüyor. Öne çıkmayanların çalışmalara devam etmesini istiyor. Diğer filmde de Vincent bazı kızları öne çıkarıp ötekileri eliyor falan.
Bu iki filmi de detaylı bir şekilde izleyip, tartmanızı öneriyorum. Red Shoes kesinlikle mükemmel bir film ve daha çok ilgiyi hakediyor =) Black Swan'a da kötü demiyorum ama orjinal değil. Adamlar 60 küsür yıl önce, dönemin imkanlarını kullanarak neler başarmışlar izleyin görün! 

Frida Kahlo Resim Sergisi

Geçen haftasonu, biraz sanatsal vakit geçirme isteğiyle Pera Müzesi'ndeki resim sergilerini dolaştım. Çarlık Rusyası, Frida Kahlo&Diego Riviera ve de İstanbul içerikli resim sergileri vardı. Resim sanatına ilgi duyan insanların kesinlikle gezmelerini tavsiye ederim.
Frida Kahlo ismi çok çarpıcı dursa da benim ilgimi en çok Çarlık Rusyası resimleri çekti. Rusya'nın özellikle 1800 lü yıllardaki durumu ressamlar tarafından tuale aktarılmış. Genelde, halkın bazı kesimlerindeki ekonomik uçurum,  Rusya'nın doğası gibi konular işlenmişti.
Frida Kahlo sergisi, ressam hakkında daha çok bilgi sahibi olmamı sağladı. Diego'ya duyduğu inanılmaz aşk da baya ilginç geldi.Babası fotoğraf sanatçısıymış, hep kızının fotoğrafını çekiyormuş. Ordan gelen bir alışkanlık olcak ki Frida hep kendi portrelerini resmetmiş.
Osman Hamdi Bey'in Kaplumbağa Terbiyecisi adlı çalışmasına da göz gezdirip, sanatsal haftasonu kaçamağımızı sonlandırdık :) Taksim sokaklarına atıldık :)

Balkan Macerası

Yurtdışı gezilerim sadece Erasmus ile sınırlı kalmadı. 2010 yılının Kurban bayramı tatilinde 4 günlük bir Balkan turuna çıktım. Tur derken kendimiz gittik. Ben, kardeşlerim ve Pelin. Kısa bir sürede 3 tane ülke gördük. Bosna Hersek, Hırvatistan ve Karadağ. 3 ülkenin de kendine has güzellikleri, değişik görülesi yerleri vardı. Genel anlamda memnun kaldığımız ve gayet rahat tamamladığımız bir gezi oldu.
1.Saraybosna
İlk durağımız olan Saraybosna, savaşın izlerini tüm gerçekçiliğiyle üzerinden taşıyan bir şehir. İstanbul'la veya büyük bir Avrupa kentiyle karşılaştırıldığında aslında şehir demeye bin şahit ister. Gözümde küçük bir kasaba gibiydi. Az gelişmişliğinin en büyük kanıtı havaalanıydı. Direk ayak bastığınız anda küçüklük ve masumluk dikkatinizi çekiyor.
Uçaktan inip pasaport kuyruğunda bir müddet bekledikten sonra, kendimizi havaalanının dışında, Bascarsija'ya gitmeye çalışırken bulduk. Tek çözüm taksiye binmekti, mecburen öyle yaptık. 15 euro tuttu. Taksicinin "Bayram şerifiniz mubarek olsun" demesi de hayli hoşumuza gitti :)
Bascarsija, Osmanlı izlerini taşıyan güzel bir old town örneği. Her ne kadar Kapalıçarşı'nın çakması olsa da :) hoşumuza gitti doğrusu. Bascarsija'ya şöyle bir göz attıktan sonra Mostar otobüs biletlerimizi almak üzere otobüs terminaline gittik. Yanlış hatırlamıyorsam 4 no lu tramwayın son durağıydı. 18 km ye yani yaklaşık 9 euro ya biletimizi aldıktan sonra tekrar old town a dönüp bu sefer de kalacak yer arayışına girdik. 3-4 tane hosteli, pansiyonu sorup soruşturduktan sonra ablamın ve Cihan'ın kararıyla 4 kişi kalınabilecek bir otele yerleştik. Odayı 70 euro'ya tuttuk. 1+1 odalıydı. Kalacak yeri ayarlayarak, sırt çantamızı atıp hafifledikten sonra Saraybosna'yı keşfe çıktık. Öncelikle, uçakla gelirken görmüş olduğumuz mezarlıklara gittik. Dağ- tepe tırmanıp mezarlıklara vardıktan sonra bu sefer de mezar taşlarını okumaya daldık. Hepsi 93-95 yılları arasında, savaş yüzünden şehit olmuş insanların mezarlarıydı. İçimiz cız etti ve savaşa bir kez daha lanet okuduk. Sonra yine yukarı tırmanmaya devam ettik ve şehri kuşbakışı görebileceğimiz bir tepeye vardık. Surlar falan vardı. Türkiye tarafından onarılmışlar. Şehir akşam ışıklarla gayet güzel görünüyordu. Bol bol fotoğraf çektik.
Karnımızın acıktığını anlayınca tekrar old towna gidip Sur Galatasaray restaurantında yemek yedik. Kebaba cevapi diyorlar. Sur Galatasaray eski bir Galatasaraylı futbolcu olan Tarık Hocic'inmiş. Kebabımızı da yedikten sonra yanlış yazmıyorumdur umarım Mijecka nehrinin kıyısından yürüdük. New town'a vardık ve Konzum diye bir alışveriş merkezine gittik. Ordan sonra da Bosna'nın gençlerle dolmuş taşmış en işlek caddesi boyunca yürüdük ve hotelimize vardık.
2.Mostar
Ertesi sabah 6'daki Mostar otobüsümüzü yakalamak üzere 5 te kalktık ve soluğu otobüs terminalinde aldık. Tam 6 da otobüsümüz hareket etti ve bir anda kendimizi güzel manzaralı Bosna yollarında buluverdik. Mostar'a olan yolculuğumuz boyunca yanımızda bir nehir bize eşlik etti. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Jablanika diye bir yerde çok güzel bir kanyon vardı.
Bu güzel yolculuğun ardından 8:30 gibi Mostar'a vardık. İlk işimiz Dubrovnik biletimizi almak oldu. Saat 12:30 a biletimizi aldık ve Mostar Köprüsü'ne doğru yola çıktık. Köprüye doğru giderken acıktığımızı farkettik ve soluğu "Burekçi" de aldık. Boşnaklar böreğe "burek" diyor. Ben patatesli börek istedim ve tadına doyamadım. Börek kolayca parçalanıyordu ve patatesleri küp küp kesmişlerdi. Yemeğimizi yedikten sonra restauranttaki görevliye köprüye nasıl gideceğimizi sorduk, yolu tarif etti ve sonunda muhteşem manzaralı Mostar Köprüsü'ne vardık. Bol bol fotoğraf çektik. Hatta yetinmedik nehir kıyısına indik, elimizi yüzümüzü yıkadık :P Uzun zamandır bu kadar huzur hissetmemiştim. Köprü, savaş sırasında yıkılmış ama Macar dalgıçlar köprünün taşlarını sular altından çıkarmışlar ve köprüyü Türkler tekrar inşa etmiş. Bir tarafında Müslümanlar, diğer tarafında Hristiyanlar var. Hristiyan Hırvat tarafında bir tepede bulunan büyük Haç da durumu kanıtlıyor.  Mostar gezimizin sonunda eşe dosta minik Mostar Köprüsü bibloları aldık ve otobüs terminaline geri döndük.
3.Dubrovnik
Dubrovnikle ilgili öncelikle şunu belirtmeliyim: Çok Türk turist vardı! O yüzden biraz baydık, kendimizi hiç de yurtdışına gezmeye gitmiş gibi düşünmedik. Ama tur boyunca gezdiğimiz yerler arasında en güzeliydi doğrusu. 2 gün geçirdik. İlk gün akşam vardık. Otobüs garında, evlerindeki odaları pansiyon olarak kiralayan iki yaşlı teyzeyle geceliği kişi başı 10 euroya anlaştık. Bize bahçelerindeki mandalinalardan ikram ettiler. Tatlı bayanlardı :) Hırvatistan genelinde türk dizileri gayet meşhur. Bizim teyzeler de sabah saat 9 da Gümüş, öğlen Ezel, akşam Şehrazat izliyorlarmış :)
Ertesi gün tüm sur içini dolaştık. Dubrovnik çok şirin ve sakin bir yerdi. Sahile indik, kumlara uzandık. Pahalı bir restaurantta Hırvat şarabı tattım. Beğendim, başarılıydı:) Kocaman bir haçın bulunduğu tepeye çıktık. Güneşin batışını izledik ve tabi ki fotoğrafını çektik :) Sanırım bu sunset Floransa ile yarışır hatta daha iyisiydi sanki :) Gecede artık biraz alemlere akmak istediğimden Exit rock bar a gittik. Burda absinthe içtim =) Burdaki televizyonda bir Konzum reklamında Halit Ergençi görüp şok olduk:)
4.Budva&Podgorica
Dubrovnik'te dolu dolu iki gün geçirdikten sonra Karadağ yollarına düştük. Yine muhteşem manzaralı bir otobüs yolculuğunun ardından Budva'ya vardık. Yine surlar, kiliseler Adriyatik Denizi ile bütünleşmişti. Güzel bir restaurantta oturup diğer gezi arkadaşlarımın yemek yemesini bekledikten sonra 3 saatlik gezimizin ardından Podgorica otobüsümüze atladık. Bu sefer de dağ manzaralı bir yolculuk geçirdik. Gerçi az bir zaman sonra hava karardı, bir şey göremedik. Podgorica'ya gittiğimizde ilk iş olarak kalacak yer arayışına girdik ve Podgorica Hotel'e uğradık. Ordaki Luka abi hotel fiyatının pahalı olduğunu ama bizim , hakkında bilgi sahibi olduğu başka bir hostelde kalabileceğimizi söyledi. Yolu tarif etti, hostele vardığımız gibi yerleştik, sonrasında da şehri gezdik. Görülecek sadece ışıklandırılmış bir köprüsü vardı başka da bir şeyi yoktu. Akşam zar zor bulduğumuz bir restaurantta funghi pizzamızı yedik. Ertesi sabah taksiye atlayıp airporta gittik. Öğlen kalkan uçağımıza binip tıpış tıpış vatana döndük.

Berlin !!!

Tarihler 2010 yılının Haziran ayını gösteriyordu ve Varşova'daki günlerimin yavaş yavaş sonuna gelmiş oluyordum. Ama son günler belki de erasmus maceramın en neşeli zamanlarıydı. Çok sevdiğim arkadaşım Pelin'in ziyaretiyle bu mutluluk hat safhaya çıktı.
Pelin'le beraber ufak bir Polonya turu yaptık öncelikle. Bu kapsamda Varşova ve  Krakow u dolaştık. Sonrasında ise ne zamandır gitmek istediğim ama bir türlü fırsat bulup gidemediğim Berlin'i gezdik. Berlin gezimiz bir buçuk gün sürdü. Böyle büyük bir şehir için çok kısa bir süre tabi ki, o yüzden kesinlikle yeniden gideceğim. Ancak yine de şehirde görülmesi gereken bazı temel yerlere gittik, gördük. Üstüne müzeleri falan da dolaştık. Hatta gezinin iyice hakkını vermişim ki, çok yürümekten ayağıma garip haller oldu. Sanırım oksijen gitmemiş. Daha sonra Türkiye'deki doktorumun deyimiyle maraton koşucularında görülen bir sorunu yaşamışım ayağa aşırı yüklenmekten :)
Trenimiz Varşova DW centralny den saat 6 da kalktı. Öğlen 12 gibi Berlin'imize vardık :) Tren istasyonunun içinde bir de alışveriş merkezi vardı. Burdaki bir turist information office den harita alıp şehri keşfe çıkmaya hazırlandık. Harita üzerinde gezeceğimiz yerleri belirledik ve rotamıza uygun şekilde tren istasyonundan geriye doğru yürümeye başladık. Bundestag'a (Meclis Binası) varmamız gayet kısa sürdü. Bina önündeki çimlere uzanıp pek çok fotoğraf çekildikten sonra rotayı Brandenburger Tor'a doğru kırdık. Sonra da Berliner Dom'u bulduk ve yine çimlerde uzanma molası verdik :) Bu sırada benim fotoğraf makinem bozuldu:(Pelin'in de makinesinin şarjı bitmişti. Makineyi şarj etme bahanesiyle kathedral karşısındaki bir restauranta oturduk. Fiyatlar çok pahalı değildi. 5 euro'ya dondurma aldım mesela. Sonraki durağımız Funktrum(Tv kulesi). Funktrum civarındaki souvenir cılardan, İstanbul'a dönerken bavulumda kırılacak olan Berlin bardağımı aldım.
Sabahleyin erken uyanmaktan üstümüzde bir yorgunluk vardı ama şehri gezdikçe bu yorgunluğumuz artıyordu. Ve kalacak yer ayarlamamıştık :S Malumunuz İtalya'da Kopenhag'da falan dışarda kalmış biri olarak ben bu konuda biraz daha rahattım. Ama Pelin çaktırmadan yorgunluğunu ve endişesini belli ediyordu. Saat 4-5 gibi olduğunda artık kalacak yer arayışına girmiştik. O sırada Pelin, istasyon civarlarında bir hotel gördüğünü söyledi. Tedbirli arkadaşım ilerde başımıza gelecekleri düşünüp gerekli gözlemini yapmış tabi :) Geri Pelin'in gördüğü hotele doğru  yürüdük.Çok güzel bir yerdi. Odaları bir ressam dizayn etmiş sanırsam. Duvarlarda şekilli desenler vardı. Odamıza vardığımızda artık yorgunluğumuzun hat safhada olduğunu anladık ve 2-3 saat kestirdik :)
Uyandıktan sonra :) bu sefer de diğer bir temel ihtiyacımız olan açlık baş gösterdi :) Otelden çıkıp nehrin yanı başındaki bir restauranta gittik. Bira ve pesto soslu makarnam eşliğinde nehrin yarattığı yumuşak havanın tadını çıkardım. Birden yanımızdan Almanya bayraklı ve biralı insanların geçip gittiğini gördük. Sayıları bir hayli fazlaydı. "Muhtemelen Almanya'nın dünya kupasındaki bir maçını izlemeye gidiyorlardır" diye düşünerek  biz de peşlerine takıldık ama nereye gittiklerine dair bir fikrimiz yoktu :) İnsanları takip ederek dev ekrana varmayı başardık. Tesadüf eseri, Almanya'nın en büyük eğlence parklarından biri olan Tiergarten 'a varmıştık :) Biz de hemen bir Alman bayrağı kaptık ve maçı izlemeye koyulduk. Maç Almanya ve Gana arasında oynanıyordu ve Almanya milli takımında yer alan Mesut Özil Almanya'yı desteklememizdeki bir diğer sebepti. Bira eşliğinde, hem maçı hem de çıldıran Almanları izlerken keyfimize diyecek yoktu. Mesut'un gölüyle de bu keyif katlandı:)
Maçtan sonra, Bundestag civarında, Almanların coşkusuna katıldık sonra da otelimizin yolunu tuttuk. Güzel bir  uyku ile ertesi sabah şehri gezmek için gerekli olan enerjiyi sağlamıştık. Biraz da müzeleri gezelim dedik ve ilk durağımızı Madam Tussaud olarak belirledik. Giriş 25 euroydu yanılmıyorsam. Birbirinden ünlü insanların balmumu heykellerini görmek ayrı heyecan verdi. Özellikle Johnny Depp beni benden aldı doğrusu. Yaklaşık 1-2 saat müzede gezindikten sonra, Kaiser Wilhelm's Gedächtniskirche  (Yıkık Kilise) ye doğru gittik. Yıkık ismi savaşta zarar görmüş olmasından geliyor. Kiliseyi de gördükten sonra Berlin'deki vaktimizin dolmak üzereydi. Tren istasyonuna gidip Varşova trenimizi beklemeye koyulduk.
Bu tarihi ve güzel şehri çok sevmiştim. Gelecekte tekrar ziyaret etmeyi kafama koyarak veda ettim.

Rumba De Barcelona :D

Şimdi nerden başlamalı bilmiyorum ki :) Barcelona yaa normal bir şehir değil ki :) Hem mimarisi hem futbol takımı bir acayip bir enteresan. Deniz kum güneş desen var, parklar gezintiler desen o da, görülesi binalar da, e bir de aşmış bir futbol klübü. Bir şehir daha neye sahip olsun :)

Barcelona'ya hem Başağın doğum gününü kutlama hem de Cansu'yu ziyaret amaçlı gitmiştik.Hiç unutmam 26 Mayıs 2010 :) Gece geç saatte şehre vardık. Taksiyle La Rambla'daki hostelimize gittik. Çok canlı bir cadde La rambla. Gecenin o saatinde bile dopdoluydu, gerçi bazı insanların tipleri biraz kayıktı ama olsun :)

Sabah yazlık kıyafetlerimizi giydik. La Rambla'da bir yukarı bir aşağı dolaştık durduk. Christoph Colomb heykelinin oralarda fotolarımızı çektik. Öğle vakti Urquinaona durağında Cansu ile buluştuk ve soluğu Burger king de aldık. Yemekler Barcelona'da çok pahalıydı yaw. Burger bile pahalıydı siz düşünün yani. Neyse bir şey almadan oturduk Cansu'yla sohbet edip hasret giderdik sonrasında da şehri gezmeye devam ettik. Önceki hostelimizle sadece bir gece kalmak üzere anlaşmıştık o yüzden yeni bir hostel arayışına girdik. Neyse ki uygun fiyata başka bir hostelle anlaştık. Bedeli biraz ağır oldu ama oralara girmiyorummmm :) Burda adı Veronica'ydı galiba İtalyan şişko bir kızla tanıştık arada şehri beraber gezmek üzere anlaştık.

Barcelona'da neler yapmadık ki! İlk gün denize girdik., güneşlendik, biralarımızı yudumladık. Barcelonanın plajı (Barceloneta Beach) hem parasız hem de gayet büyük,kumu falan tertemiz. Girenler denizin soğuk olduğunu iddaa ettiler ama kaç senedir Altınoluk'un suyuna alışmış bir insan olarak bana iyi geldi. Neyse sonra içinde kocama bir Mamut figürü olan bir parka gittik adını unuttum. Süper bir su çeşmesi vardı burda yani otur bir yere izle :)

Akşam Port Vell' e gittik ıslandık. Başağın doğum gününü kutladık. Sonra da tapas&sangria ziyafeti çektik. Toplam 14 Euro tuttu:) Bu arada bir tapası 3 kişi yediğimizi söyleyeyim :) Yemekten sonra herkes hostelinin, yurdunun yolunu tuttu. Ertesi gün hostelimizdeki İtalyan kızla beraber rehber eşliğindeki free walking tour a katıldık. Barcelona'nın iç sokaklarını keşfettik. Rehberimiz gayet tatlı bir İngilizdi, kendini dinlettiriyordu.:) Walking tour un bitme saatine yakın Cansu ile buluşup Gaudi'nin La Sagrada Familia'sını ve Parc Güel'ini gezdik. Özellikle Parc Güel beni benden aldı. O binaların şirinliği, şehrin tepeden süper görüntüsü görülmeye değer.

Sondan bir önceki gece Cansu'nun yurdunda kaldık. Bizim yurdun yanında 5 yıldızlı otel kalırdı burası:) Gayet düzenliydi, mutfağından duşuna tut her bi şey vardı içerde ama sonradan öğrendik ki bir o kadar da pahalıymış. Burda Başağın doğum günü için pasta falan kestik. Cansu bize kalimaço hazırladı :) Doğru hatırlıyorsam siyah bira ve şarap kullanmıştı. Tadı gayet hoştu. Ama Fransız arkadaşımız Dany biz onları orta okulda içiyorduk diyip alay etmişti bizlen:)

Son gün yine yeniden plaja gittik. Nou Camp'a uğradık ama maalesef sadece dıştan. Çünkü içeriye giriş gayet pahalıydı. Keşke o an bir maç olsaydı da onu izleseydik dedik. Akşam yurtta İspanyolca Eurovision izledik. Cansu ve arkadaşları (Selin&Suna) İspanyolca olayında aşmışlar adam ne dediyse çevirdiler helal dedim :) Gece 2 gibi, yurttaki duraktan kalkan gece otobüsüyle Barcelona merkeze gidip ordan da  yürüyerek havaalanına gidecek otobüslerin alanına gittik.(bu esnada çok kötü bir manzaraya tanık olduk :S belirtmesem daha iyi yani)Otobüsle uçağa ordan da Varşova'ya gittik ama Barcelona aklımızdan uzun bir süre çıkacak gibi değildi...

Bratislava & Viyana


1.GÜN BRATİSLAVA
Bir başka Erasmus gezisiyle karşınızdayım :) Erasmus insanlarıyla yaptığım Bratislava ve Viyana turundan bahsedeceğim. Bu şehirleri çok sevdim ben, umarım gördüklerimi güzel bir şekilde aktarabilirim. Hadi bakalım :)
Viyana'ya bir gezi düzenlicez dediler hemen katıldım. Bratislava yı önceden pek duymamıştım. O yüzden benim için Viyana odaklı bir geziydi ilk başta ama  Bratislava'nın da hayatımda artık ayrı bir yeri olacağını bilemedim tabi :)Bu geziden çok sonra izlediğim Euro trip filminin ti ye aldığı bir şehir  Bratislava. 4 arkadaş yollarını kaybedip bu şehre gelince "Holy crap!We are in eastern europe" gibi bir tepki veriyorlar.İzleyince baya gülmüştüm :) O kadar da değil yaa :D
Sarhoşlarla, gevezelerle dolu 12 saatlik çileli bir yolculuğun ardından Bratislava'daki kamp alanımıza vardık. Sineklerin çokluğu dışında hiçbir sorunun göze çarpamayacağı güzel, şirin, içinde ufak bir göl barındıran huzurlu bir alandı. İki İspanyol kız ben ve Başak bir bungalow a yerleştik. Sonrasında da gezi arkadaşlarımızla  beraber 0,50 euroluk metro biletimizle Bratislava merkeze gittik. Burda da faşist Slovak rehberimizi beklemeye koyulduk. Neden faşist dedim, çünkü şehri gezerken "Burası bir zamanlar kafir ve istilacı Türkler tarafından ele geçirilmişti ama sonrasında Tanrı'ya şükür tekrar bizim oldu" gibisinden bir şey söyledi. O zamanlar savaşlar fln oluyordu hep, güçlüydük, şehrinizi aldık diye ne kafir diyosun hödük!! Neyse bu tatsız anı bir kenara bırakıp şehre dönelim. Old town açılışı Bratislava National Theatre ile yapıyor. İlk gördüğümüz meydan dondurmacılarla güzel yemek yerleriyle dolu hoş bir yerdi. Tiyatronun az ilerisinde şair Hviezdoslav'ın heykeli bulunuyor. Bu meydandan Tuna istikametine doğru yüründüğünde Bratislava Castle görünebiliyor. Biraz daha içerilere yüründüğünde St Martin's Cathedral görülebiliyor.Katedralden sonra  Old town'ın asıl dikkat çekici yerlerine gelmiş oluyoruz. Alttan kadınların eteklerinin altına bakan, şapka tutan ve bankların yanında duran adam heykelleri şehre çok değişik bir hava katmış. İlginç olmuş bize de resim çekecek malzeme çıktı sayelerinde :D
Bratislava'da yemek olarak yediğimiz şey Bryndové haluisky idi. Meşhur Slovak yemeği, koyun peyniri ile yapılan patates köftesi oluyor. Güzeldi, tavsiye ederim. Bratislava gecemizi kamp alanındaki ufak bir parti ile tamamladık. Slovak biralarını ve vodkaları götürerek sosyalleştik, kaynaştık :) Çok sevdiğim arkadaşım Raphaelle de bu esnada tanıştım. Göl kenarında mitoloji ,Romanya ve vampirler gibi ortak zevklerimiz hakkında konuşmuştuk. O gecenin dostluk ve anlaşma adına İkimizin hayatında da farklı bir yer edindiğine eminim :)
Ertesi gün günübirlik Viyana'ya gidip geldik.
 
2.GÜN VİYANA
Günübirlik Viyana biraz beklentilerin altındaydı, yani bu güzel şehre daha fazla vakit ayırmak istiyordum ama kısmet değilmiş, bir dahaki sefere...
Viyana gezimiz benim ve birkaç Erasmus arkadaşımın öndekileri kaybedip, onları yakalamaya çalışmasıyla başladı. Sebebi de bendim :) Bir kebapçıya dalıp muhabbeti arttırmamdan dolayı benmle beraber kebapçıya gelen gençlerin de kaybolmasına yol açtım :S. Neyse bir müddet sonra öndekileri  St. Stephen Katedrali'nin orda yakalamayı başardık. Onlar baya bir yer gezmişti bizden önce ama napalım, kaybolarak biz de yeni yerler görmüştük :)
Türkleri 2. Viyana Kuşatması'nda savunmayı başaran Prens Eugene'in Heldenplatz'daki heykelini gördük. Bu seferki rehberimiz bizim hakkımızda atıp tutmadı daha mantıklı bir şekilde konuştu :) Atlarla dolu bir mekanı da gezdikten sonra yemeğimizi yedik ve bir grup arkadaşla Schönbrunn Sarayı'na doğru yola çıktık. Saray ve park muhteşemdi. İnsana huzur veriyordu adeta.
Sarayın bahçesi o kadar büyüktü ki gezdikten sonra artık Viyana'ya veda vakti gelmişti. Diğer arkadaşlarımızla otobüsün bıraktığı yerde buluştuk ve tekrar Bratislava'ya doğru yol aldık.
     
3.GÜN TEKRAR BRATİSLAVA
Bratislava o kadar ufak bir şehir ki tekrar geri döndüğümüzde gezecek görecek yer nerdeyse kalmamıştı. O yüzden daha çok arkadaşlarla yaptığımız barbekü partisinden bahsedeceğim. Gayet eğlenceli geçti. Biraya doyum olmadı yine :) Ama bu sefer bir de absinth ile sarhoşluk doruk noktasına ulaştı :) Bazı arkadaşlara özel yardım gerekti :) Değişik şekilde dans eden Polonyalıları hiç söylemiyorum bile :) Tabi yine göle gidildi. :D Değişik fotoğraflar çekildi ve heralde gece 4-5 gibi uyumaya gittim. Halen eğlenenler vardı tabi.

Bratislava'daki son günde farklı olarak sadece Novy Most adlı kuleye çıkıp Tuna'yı ve şehri seyrettik.  Öğlene doğru otobüsümüzle Varşova'ya doğru yola çıktık.
     

Masal Şehri Prag

Pek çok değişik milletten olan Erasmus arkadaşlarımla yaptığım geziler her zaman daha sıradışı ve eğlenceliydi. Prag gezim de bunlardan birisiydi ve hem güzel bir şehir görerek gözüm gönlüm açıldı hem de dostlarımla beraber unutulmaz anılar ve fotolarla dolu süper zaman geçirdim.
Prag gezisine kimler teşrif etmemişti ki.Singapurlu muhteşem üçlü Edward, Hilmankari ve Wee, sonra Katalan Elena ve Rosaura, Bulgar Lalka ve Narcis, Yunan Eliza ve Chrysa, Amerikalı Chris,Portekizli Miguel, İspanyol Rosalia ve de tabi ki Türkiye'yi temsilen ben ve Başak..Bu kadar renkli grubu toplamak gayet kolay oldu aslında. Biz Prag'a gidiyoz dedik tüm gezgin Erasmus öğrencileri bu akıma katıldı :D
Prag diğer doğu Avrupa şehirleri gibi yürüyerek tek günde gezilip bitirilecek bir şehir aslında. Biraz ayaklar yorulur dağ tepe çıkarsınız ve tüm müzelerini görmezsiniz ama ben Prag'ı gezdim arkadaşş diyebilirsiniz. İlk iş istasyondan çıktık ve  etrafı casinolarla çevrili hostelimize gittik. Tüm arkadaşlarla en üst katta flat gibi bir yerde kaldık. 3-4 odaya yayıldık. Mutfağımız herbişeyimiz vardı ama en üste varana kadar tonla basamak çıkıyorduk :S Neyse hostelimize yerleştikten hava da hafif karardıktan sonra Prag'a bir giriş yapalım dedik.Vltava Nehri'nin civarında dolaştık. Baya esiyordu yaa. Etraftaki şatoların resimlerini falan çektik. Gemiye binip dolaşmak istedik ama maalesef artık o saatten sonra cruise düzenlenmiyordu.
Ertesi günki gezimiz Charkes Bridge, Prague Castle, bir de kalenin yakınlarında bulunan ve şovalye kıyafetleri sergileyen müzeden oluşuyordu. Charles Bridge üzerinden bir çok hediyelik eşyacı bulunuyor ve gayet güzel şeyler satıyorlar. Chrysa ile bayıldık  burdaki eşyalara, bizi zor köprüden çıkardılar. Sadece demir bir kolye alarak ucuz atlattım:)
Sonraki zamanlarda Bulgar ve Yunan arkadaşlarla cruise gezisine gittim, old town ı dolaştım. Prag'ın old town ı çok renkli. Faytonları ve şirin binalarıyla kendine baktırıyor. Ayrıca Astronomical Clock'u da cabası :) Nazım Hikmet yaşamının bir bölümünü bu güzel şehirde geçirmiş ve şiirlerini Slavia Cafe denen bir mekanda yazmış. Buraya kadar gelmişken büyük üstadın mekanına gitmemek aptallık olurdu di mi :) Ayrıca John Lennon gibi bir başka büyük insanın adını taşıyan  Lennon duvarına da gittiğimi ve duvara ufak da olsa(çünkü yer kalmamıştı yaw) bir şeyler karaladığımı belirteyim. Akşama doğru da İspanyol+Katalanlarla disco avına çıktım :) Düzgün bir yer bulamadan döndük ama içtiğimiz bir  tanecik bira bile o soğukta azcık ısınmamıza yetti:)
Hilmankari istasyon civarında bir Türk marketi gördüğünü söylemişti. Varşova'ya geri dönmek üzere istasyona giderken bu markete uğrayalım dedik. Market sahibi 12 Eylül olaylarından olacak ülkesini terketmek zorunda kalmış ve Prag'da bir Türk marketi işleterek yaşamını sürdürmeye başlamış. Marketten uzun zamandır hasret kaldığımız Türk kahvesi, ezo gelin çorbası, sütlaç gibi yiyecekleri aldık.
Artık Prag'a veda vakti geldi de geçiyordu. Bir güzel gezinin daha sonuna gelmiştim. Miguel saolsun bavulumu trene kadar sürükledi :) Kompartımanda Uno oynaya oynaya Varşova'ya doğru yol aldık :)
  

Conquering Italy!!! Volareeee oooo Cantare oooo :)

O kadar yeri dolaşıp İtalya'ya hiç uğramayacağımı sandıysanız ya-nıl-dı-nız. Sanırım herkesin hayalidir bir gün İtalya'ya gitmek. Eat Love Pray adlı dandik filmde de bu konuya değinilmişti. Bir insan hayatında değişim yaratmak istiyorsa kesinlikle buraya gitmeli!!İtalya insanda güzel etkiler ve değerli anılar bırakabilecek bir ülke gerçekten :)
Erasmustaki Paskalya tatili zamanlarıydı. Bize o vakitlerde Polonya'da yaşanmaz demişlerdi. Malum acayip Katolik bir ülke ve bu tarz dini şeyleri çok ipliyorlar. İnsanın yaşamak için ihtiyacı olan şeyleri alabileceği marketler, dükkanlar aklınıza ne gelirse alayı kapalı!!!Bizim daha öncede burda erasmus yapan arkadaşlarımız rivayetlere göre Halloween da 1 hafta 1 paket makarna ile idare etmişler:) Uzun lafın kısası, biz bu kadar zorluğa gelemeyiz, hazır da zaten Schengen'imiz varken bu tatilde Polonya'dan kaçalım veee İtalya'ya gidelim dedik..
İtalya gezi grubumuz, 3 Türk, 1 Hindistanlı ve 1 Çinli den oluşuyordu. Tek erkek vardı o da Hindistanlı. Ahh ne romantiiiik :) Zaten bence insan bir yere giderken yanında bulunan insanları çok takmamalı geziye ve onun kendisine katacaklarına yoğunlaşmalı. Ben de isterdim sevgilimle gitmek ama napalım yani :( :D İlk durağımız Wroclaw'dı. Evet yanlış duymadınız :) Çünkü, Wizz air katkılarıyla olan uçuşumuz Polonya'nın Wroclaw şehrinden Milan'aydı. İyi de oldu. Wroclaw ın şirin cücelerini gördük. Caddelere sokaklara aklınıza gelebilcek her saçma yere minik cüce figürleri koymuşlar. Ayrıca katedralin önünde de bir kaç foto çekildik. Yavaş yavaş boğazımın göçtüğünü hissettiğimden Hot wine içtim fln.Tamam işte Wroclaw'ı da gezip aradan çıkarmış olduk :P
1. Durak Milan
Milan'a olan uçağımız akşam 8 sularında Wroclaw semalarından havalandı ve 10 gibi Milan'a vardık. Ama havaalanı o kadar şehir dışında kiii uçaktan indikten sonraki otobüs yolculuğumuz bitmedi gitti. Neyse ki sonunda Milan'a vardık, hay varmaz olaydım. Ama o sırada İtalya'ya geldiğimden dolayı heyecanlı ve başıma geleceklerden habersizdim.

Milan'da kalacak hostel mostel ayarlamamıştık. Geceyi geçirmek için ilk önce Mc Donalds bulup ona sığındık. Ama içeri gelen giden tipler hiç tekin değildi ve dışarıda birbirleriyle kavga eden aşırı sarhoş tipler vardı. Saatler ilerledikçe akıbetimiz hakkında daha da tedirgin oluyorduk. Tek istediğimiz sıcak temiz bir yuvaydı ama artık onun için çok geçti, paradan kısıp daha çok gezme gibi bir felsefeyi benimsemiştik işte bir kere!! Mc donalds gece 2 de kapandı ve bize hala geceyi geçirecek bir yer lazımdı. O sırada Milan caddelerini arşınladık ve açık dükkan olup olmadığına baktık ve şansımıza kebabçı bulduk. İnsan yardıma muhtaç olduğu zamanlarda ülkesine ait bir şey bulduğunda sevindirik oluyor :) Kebabçı baba da bizi yalnız bırakmadı. Boş olan su şişelerimizi doldurdu :) Bir kaç saat dükkanında pineklememize izin verdi ama her güzel şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardı ve acı gerçek bir kaç saat sonra suratımıza vuruldu.
Kebabçıdan çıktıktan sonra artık tek bir seçeneğimiz kalmıştı, o da boş Milan caddeleri. Bari istasyonun açılmasını bekleyelim dedik ve istasyon önünde oturduk, oturduk, oturduk...O sırada bir kaç insanın bize yaklaşmakta olduğunu farkettik. 3 tane erkek. Konuşmalarını dinledik, evet evet yanlış duymadık bunlar da Türk!! Gecenin 3 ünde Milan'da istasyonun önünde bizden hariç takılan insanlar başka hangi milletten olabilirdi ki!!:D Cimri, cesur yurdum insanı burda da kendini göstermişti. Bu arkadaşlarla muhabbetimiz esnasında öğrendik ki meğer onlar da Varşova'da erasmus öğrencileriymişşşşş..Tesadüfün bu kadarına pess..Ama hiç görmemiştim onları daha önce. Zaten farklı bir okula gidiyorlardı. Onlar da bizle tamamen ters bir tatil planı yapmışlar son durakları Milanmış ve sabah 6 ta Milan'dan Varşova'ya uçakları kalkıyormuş. Daha sonra bu arkadaşları alıp havaalanına götürecek olan otobüs geldi ve biz gene yalnızlığımızla baş başa kaldık. İstasyon halen açılmamıştı, donuyorduk, uykusuzduk, korkuyorduk. Çünkü etraftaki tiplerin hiçbiri tekin değildi. Polisler bile bir acayip görünüyordu. Birbirlerini kovalayan karı kocalar, bizden para isteyen dilenciler, aşırı ayyaş evsizler,vb. hepsi istasyonun açılmasını bekliyordu :) Düşeceğimiz kadar düşmüştük ama niyeee?Milan'ı gezcezzz..oyyy kıyamammm
Sonunda evimiz istasyonun kapıları açıldı ve diğer insanlar gibi içeri koşuştuk. İlk gördüğümüz banklara oturduk. Sessiz ve sakin bir şekilde gecenin bitmesini bekledik. Ama bulunduğumuz yer halen soğuktu ve ben artık boğazımın ağrısından duramıyordum. Aynı zamanda sesimde de ufak değişimler başlamıştı,tanrımmm grip oluyordum :S Farklı yer arayışlarına girdik. İstasyonun üst katına çıktık o civarlarda o kadar kötü tipli insanlar yoktu. Sabah olana kadar burda takılabilirdik. Sonrasında da Milan'da harcayacağımız diğer gece için bir hostel bulurduk nasıl olsa değil mi:) (çok bulursuuun çoooook :S) Diğerleri sızdı, uyudu. Ben civardaki değişik tipli göçmen insanlardan korkumdan mıdır yoksa genel uyuyamama sorunumdan mıdır bilinmez yine uyuyamadım ve öyle etrafa bakındım durdum, o anki duruma lanet ettim. Saatler saatleri kovaladı ve sonunda etraftaki restaurantların açılmaya başladığını hissettim. Acayip kötüleşmiştim acil sıcak bir şeylere ihtiyacım vardı. Bizimkileri açılan ilk restauranta sürükledim, bir macchiato kaptım ve diğerlerinin bizi bekleyen gün için düşündükleri planları dinledim. Onlar da benim gibi yorulmuş ve bir diğer gecenin de böyle olacağından korkmuştu ki ilk önce hostel ayarlama konusunda karar kıldılar. İstasyondan çıkıp, kafamıza yatan bazı hostelleri bulmaya koyulduk. Metroya falan bindik. Amanııınnn hiç İtalyan yok yaaa.. Yakışıklı İtalyan masalları falan hepsi bir anda yitti gitti. Hayal kırıklığına uğradım resmen, nereye baksam Filipinli vardı!!!Neyse o sırada daha önemli bir mevzu vardı. Hostel bulamazsak bir sonraki geceyi çıkaramayabilirdim. Metrodan indikten sonra hostellere doğru yol aldık. Birinden çıktık ötekine girdik ama hepsi doluuu!!Bir de bi şeye benzeseler bari, ama dolu dolu işte :( Artık ümitlerim tükenmek üzereyken Çinli kız Çinliliğini gösterdi ve bir Çin hosteli bulduğunu söledi. Telefonda adamla Çince bir şeyler konuştu. Bize dönüp boş yer olduğunu söylediğinde o anki sevincimi anlatamam :'( :D
Hostele yerleştikten sonra sıra Milan'ı adamakıllı gezmeye gelmişti. İlk önce Santa Maria Delle Grazie ye gittik. İkinci olarak da the Galleria Vittorio Emanuele II e . Burası üstü kapalı karşı gibi bir yer ama tavanı baya yüksek. Mağazalar, restaurantlar falan var içinde. Milan'da gördüğümüz sayılı hoş mekanlardandı. Ve sonraaaaa asıl görmemiz gereken yapıyı gördük. Tabi ki de Milan Katedralini ya da Dom mu desem her neyse. Muhteşem muhteşem muhteşem. Hayatımda şu ana kadar gördüğüm en mükemmel katedral. Milan'ı tek başına sırtlıyor helal olsun :)
Son gücümü katedrali görmek için harcamıştım. Katedralin içindeyken ayağıma kramp falan girdi. Artık sesim iyice gitti, konuşmak bir işkenceye dönüştü.Üstüne üstlük bir de yağmur yağıyordu!!! Hostele gidip  yatmak istiyordum ama diğerlerinden tek derdi gezmekti.Başağa artık dayanamayacağımı anlattım benimle hostele gelmeyi kabul etti. Şükür hostele vardık ve direk uyuduk, akşam yine gezeriz dedik. Akşam oldu hostelin bulunduğu caddelerde  yürüdük. Etrafı Filipinli, Çinli, Arap insanlar istila etmiş resmen. Aşırı bir göçmen nüfus var. Tekrar katedralin olduğu meydana gittik. Pizza yedik. Eczaneden favori ilacım Strepsili aldım, belki boğazımı iyileştirir diye ama artık çok geçti.
Gece hostelimize döndük ve ertesi sabah Venedik için çıkacağımız tren yolculuğunu düşünür olduk.
   

2. Durak Venedik
Uyanık Çinli önceki gün ben hasta bir şekilde hostelde yatarken boş durmamış, Venedik tren biletlerimizi aradan çıkarmıştı. Sabah uyandığımızda yine yağmur yağdığını görüp bir hayal kırıklığı yaşamıştık ama artık kendimizce bir çözüm yolu belirlemiştik. Spor ayakkabılarımızın içine poşet bağlayarak, ayaklarımız en az ıslanacak şekilde tren garına doğru yola çıktık. Trene atladığımız gibi yer bulduk. Bir kaç saat rahat bir şekilde koltuklara yayılmışken yanlış hatırlamıyorsam Verona civarından binen çoluklu çocuklu 4-5 aile etrafımızı sardı ve dört bir yanımız miniklerle doldu. Arkadan saçımı çekiştiren mi dersiniz, ya da yanımda sürekli dik dik bakan minik bebeği mi..Hepsi çok tatlıydı yaa.
Bilet kontrolcüsü biletlerimizi kontrol etmeye gelince biz gayet rahat bir şekilde biletimizi çıkardık gösterdik, nerden bilelim bileti validate etmemiz gerektiğini!!!Adam bilet validate olmadığı için bizden 50 euro vermemizi istedi. Turist olup olmamamızı dinlemedi uyuz. Bileti dandik bir makineden geçirmedik diye şu başımıza gelene bak..Napalım şans işte. Bilmiyorduk. Artık aynı hataya düşer miyiz?Yoooo :)
Etrafta görünen su birikintilerinin fazlalaşmasından yolculuğun sonuna geldiğimizi anladım. Artık aşıklar şehri Venedikteydim. Venedikten beklentim fazlaydı, gezinin sonunda da bu beklentim fazlasıyla karşılanmıştı. İlk önce ağır çantalarımızı bir yere bırakma telaşı içindeydik ama tren garındaki emanet yerleri bize pahalı geldiği için Venediği koca çantalarla gezme kararı aldık :( Özellikle görmek istediğimiz bir yer yoktu o yüzden Venedik caddelerinde boş boş dolandık durduk. Venediğe elmişseniz gondola binmek gereklilik gibi bir şeydir aslında ama o sırada o da 20 euro ydu ve yine imkanlarımız dahilinde değildi :(
Bir köprünün üzerinden geçip yine başka köprüye :) Köprülerin sayısı saymakla bitmez. Ama zevkli ve değişikti. Günü yine pizza yiyerek geçirdim. Günün sonlarına doğru ise sesimi tamamen kaybetmiştim. Venedik maceramı konuşamayarak tamamladım :(
   
3. Durak Floransa
Venedikte ben ve Tümay hariç diğerleri tren istasyonunda sabahlamayı, paraya kıyıp otelde kalmaya tercih etmişlerdi. Zira trenimiz sabah 9 fln gibiydi ve dışarda kalmak mantıklı olabilirdi ama artık sesimi kaybetme boyutunda hasta olduğum için bu riski alıp canımı kaybetmek istemedim.

Sabah 6 sularında Başak beni telden aradı ve soğuğa artık dayanamadıklarını sabah 5 te olan bir trene binip gittiklerini söyledi. Floransaya Bologna aktarmalı gidecektik ve Bologna 'da görüşmek üzere karar verdik. Sonrasında da ben ve Tümay düştük yollarda. Sabah Venedik bir hayli güzel oluyordu cnm :)
 Diğerleriyle önceden sözleştiğimiz gibi Bologna da buluştuk ve çok çok değişik bir pizza çeşidi denedim orda. Rulo halinde bir pizzaydı ve İtalya'da yediklerimin en lezzetlileri arasındaydı.molto bene!Sonrasında da Mc Donaldsta oturup tren saatini bekledik. Bolognayı sadece tren istasyonu ve civarından görebildik tühhh. Neyse başka zaman tekrar gideriz:)
Floransa trenimiz nihayet kalktı ve güzel manzaralarla dolu(hem doğal güzellik hem de trendeki yakışıklı erkekler) bir yolculuğun ardından kendisinden beklentimin bir hayli büyük olduğu o yüce şehir Floransa'ya vardık. Daha istansyondan çıktığımız andan itibaren o sevimli ve sıcak atmosferi ile bizi içine çekti. Bisikletçiler, güneş gözlükçüler bana güzel havanın haberini verdi :) Artık nerdeyse kendi şehrim Istanbul'un enlemlerinde sayılırdım, Varşova soğuğundan kaçıp güneye gelmiştik. Şehrin ambiansı gayet hoştu. Binaların yapısı, şirin sokaklar artık gerçek İtalya'da olduğum hissini vermeye başlamıştı. Eeee Venedik neydi diceksiniz?Öncelikle Milan'ı hiç sormamanızı rica eder, Venediğe gelince de daha çok köprüler, gondollarla İtalya'dan çok bir denizci memleketine benzediğini söyleyebilirim. Floransa İtalya'nın Rönesans merkezi, ne İtalyası dünyanın aslında:) Leanorda da Vinci'nin diyarı, tarihi ve sanatsal ögelerle bezenmiş eşsiz bir şehir. Gezdikçe bunu daha iyi anladım ve gelecekte mutlaka bir daha gelme kararı aldım.
Floransa güzel şehir dıştan, peki ya içten? Öncelikle başımızı sokacak bir hostel bulmamız gerekiyordu. Bir arkadaşımızın hostel sitesinden rezerve ettiği bir hostel vardı ve ilk hedefimiz yerini bulmak oldu. Sitede yazan adrese gittik haliyle ama gittiğimiz yerde yeller esiyordu. Sonra, telefondan aradık ve bir adam bizim alıp hostelin asıl mekanına götürdü. Adamın tipi bir acayipti yine Filipinli havası sezdim ve ne yalan söyliyim çok ahım şahım bir mekana gitmediğimizi tahmin ettim, gerçekten de öyle oldu. Floransa gibi güzel bir şehirde konaklama olayımız çok ziyan oldu. Öyle bir hosteldi ki akşam odada 6 yatak varken sabah 10 tane yatak olduğunu görüyordunuz. Yeni insanlar, bazıları yerde yatıyorlar!İşte girişimci anlayış, işte ticari kafa!Şaka bir yana çok enteresan bir hosteldi. İçinde kalanlar da öyle. Meksikalı bir çocukla tanıştığımı hatırlıyorum. Sürekli etrafımızda dolanıp yaptığımız yemeklerden tatmaya çalışıyordu. Yaşlı İtalyan fotoğrafçı da büyük hevesle alıp yine büyük bir aptallıkla buzdolabına koyduğumuz ton balıklarımızı yemişti. Sonra Japon bir kızla tanıştığımı hatırlıyorum. Kendisinden bahsetmişti ama unuttum. Neyse Japon her yerde buluruz :)
Hostel dışında İtalyan gece hayatına da ufak bir giriş yaptık. Çinli arkadaşımızın bir arkadaş bulma sitesinden edindiği Arnavut kökenli ama eğitim hayatında İtalya'da devam eden bir kız bizi küçük ama eğlenceli bir mekana götürdü. İnsanlar durmadan dansediyordu bir vakitten sonra da drum lar falan devreye girdi. Tam samba havası oluştu ama tabi ben ayak uyduramadm, içmeye verdim kendimi :)İçme demişken de garibanlığımız burda da kendini gösterdi ve marketten 2 euro ya aldığımız şarabı mekana sokmayı başardık :) Zira içerdeki içkiler 10 euro falandı galiba. Şimdi olsa o kadar kasmazdım da o sıralar öğrenciydik :) Caddede yürürken  de Varşova'dan olan Erasmus arkadaşlarımııza rastladık, ama bunları tanıyordum :) Onlar da daha sonra Roma'ya uğrayacaklarını söylediler. Orda görüşmek üzere telefonlarını aldık.
Floransa'da gezdiğim yerler; öncelikle Ponte Vecchio(eski köprü), sonra Signoria meydanı, Uffizi Galerisinin girişi ve civarındaki heykeller, ressamlar, ve de Santa Maria del Fiore Kathedrali'ydi. Bu yerleri genellikle ilk günümüzde gezik, ikinci gün tüm şehri bir ucundan diğerine bisikletle dolaştık ve acayip eğlendik. Belki Uffizi galerisinde 16. yüzyıldan kalma bilmemkinin eserini göremedim ama Floransa'da çocuksu bir şekilde eğlendim ve gerçekten oralıymış gibi hissettim. Ama buna rağmen bu şehirde bana en şok heyecan veren an sunseti izlediğim an oldu. Güneşin batışını izlemek için ismini hatırlamadığım bir tepeye gittik ve burda  bulunan çakma Davut heykelini de görmüş olduk. Hayatımda hiç bu kadar güzel bir sunset yaşamamıştım. Çok güzeldi, çooook.Merdivenlerde oturduk, aşağıda çalgıcılar hoş alternative parçalar çalarken kaptım biramı kendimi güneşin batışına, o anki mutluluğuma, hayallerime, sevdiklerime ve orda bulunmayı benden çok daha fazla haketmiş kaybettiklerime  adadım.

4. Durak Pisa
Hazır İtalya'ya gelmişken şu meşhur Pisa Kulesi'ni de görmemiz gerekiyordu haliyle. Zaten bu şehri de bir tek bu amaç doğrultusunda gezdik. Floransa'dan hemen hemen 30 dk.-1 saat süren bir tren yolculuğunun ardından küçük ama tatlı şehir Pisa'ya vardık. Hemen yukarı kulenin olduğu yere tırmandık. Sadece kule de yokmuş bir tane de kilisemsi bir yapı vardı:)(Pisa Kathedrali) Ve de bir sürü hediyelik eşyacı. Pisa kulesi biblomu aldım:)
Kuleyi itermş, tekmelermiş gibi değişik içerikli saçma sapan 3-5 foto çekildikten sonra şehirde yapılacak herşeyi hemen hemen bitirmiştik. Yolda insanları sürdüğünü gördüğümüz , pedallı, değişik, küçük arabalar hariç. 3 Türk+1 Hindistanlı olmak üzere bu aracı kullandık:) Arada oraya buraya tosladık, yolumuzu kaybettik, yolculuk stresinden kaynaklanan(!) tartışmalar oldu derken sonunda aracı aldığımız yere bırakmayı başardık:) Pisa maceramızı doruk noktasında tamamlamıştık. Artık Roma bizi çağırıyordu:)

5.Durak Roma
İtalya'nın aslında tüm şehirleri birbirinden güzel ama Romanın yeri apayrı... Bunun sebebi Roma İmparatorluğu'nun beşiği ve Vatikan gibi bir din merkezinin yanı başında bulunması olabilir ama herşeyden önce şehrin kendine has bir ambiansı ve görülecek pek çok tarihi ve doğal güzelliği bulunması. Şehir kendine baktırıyor :)
Roma'ya aşağı yukarı 4 saat süren bir tren yolculuğunun ardından vardık. Vardığımızda akşam 10 du ve book ettiğimiz hostele gitmek için biraz geç bir zamandı. Ve de artık hiç kimse dışarda kalmak istemiyordu :) Bu yüzden bir sürü berduşla dolu istasyondan ayrılıp Roma caddelerinde hostel avına çıktık. Bir arkadaşın daha önceden adresini yazdığı bir hostele gidelim dedik. Gidene kadar yolda gördüğümüz tipler de birbirinden acayipti doğrusu. Afgan mı diyim Endonezya falan mı değişik ülkelerden pek çok göçmen gördük. Bazılarından da tırsttım :S Herneyse sonunda hostele vardık ve hepimizi bir odaya yerleştirdiler. O saatte artık herhangi bir yeri gezemeyeceğimiz için bazıları duş aldı bense hemen yattım .
Roma'daki ilk sabahımızda, Floransa'da karşılaştığım arkadaşım Nihat'ı arayarak onların gezi planından haberdar olmak istedim. Onlar ilk gün Vatikan'a gitceklermiş, bari biz de ilk Vatikan'a uğrayalım hem tekrar görüşürüz dedik. Hostelden çıkıp turist information office e uğradık ve önceden de araştırdığımız ve baya hesaplı geldiğini düşündüğümüz Rome pass i aldık. Rome pass, Roma içerisinde 2 müzeye bedava giriş, 3 gün boyunca bedava otobüs ulaşım masrafı gibi imkanları sağlayan 20 euro luk bir şeydi. Vatikan'a gidecek otobüsü bulduk ve sıkış tıkış bir yolculuğun ardından kutsal mekana vardık :P. Nihat'larla görüşmeyi başardık ama o gün onların son günüymüş ve Vatikan müzesini gezecek vakitleri yokmuş. O yüzden ayaküstü biraz konuşup, müzeye gitmek üzere ayrıldık. Vatikan o kadar kalabalıktı ki anlatamam. Çoooook uzun bir kuyruğu vardı, çaktırmadan insanları geçerek atlattık ama nerden baksanız 30 dk beklemişizdir yine. Müze çok büyüktü ve insanlar çok yavaş ilerledikleri için ara ara bayma noktasına geldim. Ama bir sürü tarihi eser gördüm ve kesinlikle değdi. En ilgi çekici yerleri Sistine Şapeli ve Raphael Odalarıydı denebilir. Her duvar her mekan ayrı bir düzelliği barındırıyordu. Tavanlardaki süslemeleri izleyecem diye arkadan gelen insanların yolunu kesmek de cabası:) Müzeyi gezmemiz 2 saatimizi almıştır belki de. Neyse ki sonunda çıkışı bulmayı başardık. :)
O anda kalıyor olduğumuz hostelde bir gece daha kalmak istemedik çünkü 10 euroya bir kampta kalmayı ayarlamıştık. Vatikanı gezdikten sonra kamp yerine gidip o gece kalmak için ayarlamaları yaptık. Fontana de Trevi(Aşk Çeşmesi), İspanyol merdivenleri, Pantheon, Castel Sant Angelo, ve bunun yolunda bulunan Melekler Köprüsü, ve de tabi ki gladyatörlerin mekanı Colosseum gibi yerlere uğradık. Roma'daki gezilerimiz esnasında Çinli kız bize pek eşlik etmedi çünkü coach surfing sitesinden edindiği coach u ile şehri geziyordu :) 
Bu kadar gezdikten sonra önce dondurma sonrasında da spaghetti keyfini haketmiştik :) Aynen öyle yaptık. Roma'daki son sabahımızda da kampın güzel ormanlık alanlarında :) ve deniz kenarında takıldık. Eh her güzel şeyin olduğu gibi bu gezinin de bir sonu vardı. Polonya macerama geri dönmek üzere, İtalya'ya ve burda geçirdiğim her güzel güne hiç de içimden gelmeyen bir şekilde veda edip, ucuz uçağımla ayrıldım :(

Brugge & Brussels

2010 haziranının ilk haftasında yapmış olduğum Belçika turu Brugge ve Brüksel şehirlerini kapsıyordu. Uçağımız akşam saat 10 gibi Brüksel'e indi. Ama ilk önce Brugge'a gitmeye karar verdik, zira Brugge'daki hostelimiz Brüksel'dekinden daha ucuzdu.:) O yüzden gezimizi 2 gece Brugge 1 gece Brüksel olarak planladık ve trenle Brugge'a doğru yola çıktık :)
Brugge
Gece 1 gibi Brugge'daki hostelimize vardık. 4 kişilik odada 2 kişi kalcağımızı öğrendiğimde gayet mutluu olmuştum..Çünkü öncesinde kaldığım hosteller hem çok kalabalık hem de pisti. İlk gece hemen yatıp sabah Brugge u tüm güzelliğiyle görmek niyetindeydim :)
Sabah erken kalktık ve kendimizi sokaklara vurduk. Küçüktü ama adeta bir masal şehriydi. Evlerin mimarisi, küçük köprüler, dereler derken dört bir yandaki güzelliklere bakmaktan şaşı olmuştum:) Our Lady's Church ve burda bulunan  Michelangelo'nun Madonna heykeli, değirmenler, Jan Van Eyck heykeli(kendisi Belçikalı bir ressam olur), Holy Blood Kathedrali(maalesef kapalıydı, bu yüzden dıştan:( ) ve de Belfort, şehri boydan boya arşınlarken  gördüğümüz süper yerlerden sadece bir kaçıydı..Şehri gezmekten yorulduğumuzu anladığımızda da soluğu bir french friesçı da aldık :) Patates kızartması, çikolata ile beraber Belçika'nın en meşhur tatlarından.. Patatesler kocaman bir rol içerisine konmuştu ve satıcıdan mayonezin de Belçikalı olduğunu öğrendikten sonra da bir ton mayonez almıştık. Tüm o patatesleri yedikten sonra midem öyle bir ağrıdı ki anlatamam. :S Ama gayet lezzetliydi, yine gitsem yine o kadar yerim :P
Sonra yolda Almanya'dan gelen genç Türk kafilesine rastladık. Gurbetçi tipler. Az muhabbet ettikten sonra yolumuza devam ettik. Jan Eyck restaurantta bira içtik. Ordaki garson çok ukalaydı. Masanın üzerine su şişesi koymama taktı. Burası bir restaurant masaya bir şey koyamazsınız falan dedi, tamam az biraz görgüsüzüm ama turistlere böle mi davranılır aaaa. :)Neyse sonra ne varsa memleketimde var diyip Efes Kebab'ta dürüm yedik. Dürümü eritmek için az daha yürüdük ve soluğu bir barda aldık :) Genelde orta yaşlı insanların takıldığı bir mekandı ama Polonya'daki gibi bir gece hayatı da beklemiyordum :) Burda da Bruges zot ve Leffe biralarını denedim. Sonrasında da hostelin yolunu tuttuk. Yeni hayallerle uykumuza daldık, çünküüüü bir sonraki mekanımız Brüksel olacaktıııı:)
Brussels
Hımm. Brüksel hakkında ne demeli?Güzel şehir bence. Eski ve yeni yapılar içiçe, bu yüzden biraz İstanbul'a benziyor. Old town'ı küçük. Old town'ın içeri sokaklarında birçok lüks restaurant var ve çalışanlar müşteri çekmek için yapmadıklarını bırakmıyorlar. Burda aşırı bir zenci nüfusu vardı. Ama yine de Belçikalılar dışında en çok Türk gördüm heralde. Çok Türk vardı yaa.. Havaalanında check inimizi de Türk kızlar yapmıştı. Bir keresinde de trende 3 erkeğin çok komik konuşmasına tanık olmuştum. Birisi ötekine " Sen burda hiçbir şey yapmıyorsun, çalışmıyorsun, bacanağından geçiniyorsun" derken buna karşılık, lafları yiyen adam da "Sen de sürekli köy derneğine gidip çay içiyorsun, sen de bir işe yaramıyorsun" diyordu :)Belçika gibi bir ülkede kroluğu muhafaza etmelerine güldüm doğrusu neysee :)
Brüksel'de ilk ziyeret ettiğimiz yerler Mini-Europe'un girişi(ki burda da gurbetçi küçüklerin Türkçe küfürlerini duyduğumuzu, bizi gördüklerinde "offf kızlara bahhhh", Türk olduğumuzu öğrendiklerinde de "Ablaaa ablaaa" nidalarını işittiğimizi belirteyim) ve Atomium'du. Atomium atomu figürleyen heykelimsi bir yapı. Önünde 3-5 foto çekildikten sonra festival alanını dolaştık. Şansımıza mekanda Latin festivali diye bir şey vardı. Genelde latin yemekleri satılıp barlar da latinimsi bir tarzda dizayn edilmişti. Alandan ayrıldıktan sonra Cartoons ve musical instruments müzelerini gezdim, işeyen çocuk heykelini gördüm, hemen onun yanındaki waffle cılardan da waffle kaptım derken o anda tam bir Belçikalı olduğum hissine kapıldım :)
Gezdiğim yerler içerisinde benim için çok büyük anlamı olan bir yer bulunmaktaydı. Musical instruments museum!!!(İşeyen çocuk heykeli olcak hali yok ya :) ) Süper süper süper bir yerdiiiii.. Tam bana göreydii!!! 3 katlı olan bu müzede 1500-1600-1700-1800 lü yıllardan violinler, baslar, İngiliz gitarları, saksafonlar, flütler, pianolar, açıkçası klasik müziği yaratan her şey oradaydı. Müzeye girerken bir kulaklık verdiler, her enstrümanın numarasının yazılı olduğu alana yaklaşınca enstrümanın tınısı duyuluyordu. Bazı aletlerin sesini çok beğenen insanlar önünde uzanıp, sonsuz huzura varıyordu :) Piano ve nefesli aletler Fransa'dandı. Gitarlar İngiltere'den. İngiltere'den gelen birkaç piano vardı ve gayet ihtişamlılardı. Tunus'tan ud, Hollanda'dan falan da genelde kontrabas ve violin vardı. Kısacası müziğe benim gibi aşık olan herkesin bu müzeyi gezmesini tavsiye ederim. Dünyanın başka yerlerindeki müzik müzelerine de gidicem hayırlısıyla :)

 

Erasmus Welcome Party


Polonya'daki okul başladıktan sonra ESN grubunun "integration weeks" kapsamındaki organizasyonları da start almış oldu.Bu organizasyonlar genelde gezilerden,partilerden vb. oluşuyordu. Öncelikle bu süreci tanıtmak için ESN yönetim kurulu tarafından toplantı yapıldı. Bu toplantıya erasmus öğrencilerinin çoğu katıldı.
Toplantıdan sonra ise "treasure hunt" adı verilen bir oyun oynandı. Bu oyunun kapsamında oyunculara belli görevler verildi. Örneğin: main buildingteki bir odayı bulup fotoğrafını çekmek, bir ormana gidip karın üstünde değişik pozisyonlarda oturup yine fotoğraf çekmek gibi:). Gayet eğlenceliydi aslında.Ama istenilen şeylerin haddi hesabı olmadığı için gayet yorucuydu da. Belli bir puanın üstünde olanlar çeşitli ödüller kazanıyordu. Ancak benim 1'er Kolombiyalı, Protekizli ve İspanyoldan oluşan grubum bir şey kazanamadı :S:).Bunun sebebi İspanyol arkadaşımızın bizi yarı yolda bırakıp yurduna dönmesi olabilir mesela:). Ama oyun sayesinde yeni insanlarla tanıştım ve okulun hatta Varşova'nın bilmediğim yerlerine giderek  yeni şeyler öğrendim. Kolombiyalı dışındakilerle(Ricardo&Jordi) de sonradan iyi arkadaş oldum.
Aynı günün akşamı(hatta gecesi demek daha doğru olur:)) Club Remont adlı bir mekanda Erasmus Welcome Party vardı. Treasure Hunt olayından  çok yorgun argın döndüğüm için kendimi bu partiye gitme konusunda çok hevesli hissetmiyordum. Ancak daha önce facebookta biraz muhabbet ettiğim, Başağın da treasure hunt aracılığıyla daha çok tanıma fırsatı bulduğu Nicolas arkadaşımız gitmemiz için ısrar edince kıyamadık:P. İyi tamam dedik hazırlandık. Söylediği saatte hazır ve nazırdık yani :). Ama bu arkadaş oyaladıkça oyaladı. Yukarıdaki katın koridoruna çağırdı.Orda başka erasmus insanları kluba gitmeden önce kafa bulma seansındaydı:). Baya da kalabalıklardı. 3-4 tane Fransız 2 tane İtalyan bir de biz vardık. Daha sonra yurdumuzdaki diğer Türk arkadaşımız da aramıza katılmıştı. Bizim haricimizdekiler sarhoş olma sınırındaydı. Ama yine de kafaları az çok yerindeydi diye düşünüyorum.:)

Garip şakalar da olmadı değil. Bizi ordaki kişilerle tanıştırırken bir Fransız arkadaşın adını biraz değiştirerek söylediler. Fransızcada küfür manasına gelen bir sözü söyledik bilmeden. Neyse ki herkesin kafa iyi olduğu için bu zavallı halimize güldüler. Ama arkadaş kızmadı sağolsun:) Club Remont'a 3 Fransız erkekle gittik. Sarhoşlardı gayet.:) Zaten mekana varır varmaz kapıdan mentörlerimiz çekti bizi ve başka insanlarla  tanıştırmak üzere bu sarhoşlardan kurtardılar :D. Genelde mentörleri oldukları kişilerle tanıştırdılar. Çoğu da İspanyoldu. Hepsinin de muhabbeti iyiydi. Zaten dönüp geriye baksam gittiğim en eğlenceli partilerden biriydi diyebilirim bu welcome partisi.
Sonra mentörüm Filip "dur bekle seni en favori erasmusumla tanıştırcam" dedi. Ben de bekledim durdum, sonunda çok sempatik suratlı bir İspanyol arkadaşımız çıkageldi. Meğer bu arkadaşın önceki sevgilisi geçen dönem Polonyada erasmus olan Türk bir kızmış. Filip bunla benim aramı yapmaya çalıştı uzun bir süre ama gece boyunca kaçtım ben :S:D. Sonra da bodur İspanyol erkekler grubuyla tanıştığımı hatırlıyorum. Hepsinin adı da Juan'dı sanki. Komiklerdi yani:D. Neyse sonra bizim yurttaki Türkler de çıkageldi ve eğlencenin dibine vurduk.
Not: Geceyi gayet kafam yerinde tamamladım. Yarım bardak bira ya içmişimdir ya da içmemişimdir. Bunun sebebini de treasure hunt yorgunluğuna bağlıyorum.

Bumerang - Yazarkafe