2010 haziranının ilk haftasında yapmış olduğum Belçika turu Brugge ve Brüksel şehirlerini kapsıyordu. Uçağımız akşam saat 10 gibi Brüksel'e indi. Ama ilk önce Brugge'a gitmeye karar verdik, zira Brugge'daki hostelimiz Brüksel'dekinden daha ucuzdu.:) O yüzden gezimizi 2 gece Brugge 1 gece Brüksel olarak planladık ve trenle Brugge'a doğru yola çıktık :)
Brugge
Gece 1 gibi Brugge'daki hostelimize vardık. 4 kişilik odada 2 kişi kalcağımızı öğrendiğimde gayet mutluu olmuştum..Çünkü öncesinde kaldığım hosteller hem çok kalabalık hem de pisti. İlk gece hemen yatıp sabah Brugge u tüm güzelliğiyle görmek niyetindeydim :)
Sabah erken kalktık ve kendimizi sokaklara vurduk. Küçüktü ama adeta bir masal şehriydi. Evlerin mimarisi, küçük köprüler, dereler derken dört bir yandaki güzelliklere bakmaktan şaşı olmuştum:) Our Lady's Church ve burda bulunan Michelangelo'nun Madonna heykeli, değirmenler, Jan Van Eyck heykeli(kendisi Belçikalı bir ressam olur), Holy Blood Kathedrali(maalesef kapalıydı, bu yüzden dıştan:( ) ve de Belfort, şehri boydan boya arşınlarken gördüğümüz süper yerlerden sadece bir kaçıydı..Şehri gezmekten yorulduğumuzu anladığımızda da soluğu bir french friesçı da aldık :) Patates kızartması, çikolata ile beraber Belçika'nın en meşhur tatlarından.. Patatesler kocaman bir rol içerisine konmuştu ve satıcıdan mayonezin de Belçikalı olduğunu öğrendikten sonra da bir ton mayonez almıştık. Tüm o patatesleri yedikten sonra midem öyle bir ağrıdı ki anlatamam. :S Ama gayet lezzetliydi, yine gitsem yine o kadar yerim :P
Sonra yolda Almanya'dan gelen genç Türk kafilesine rastladık. Gurbetçi tipler. Az muhabbet ettikten sonra yolumuza devam ettik. Jan Eyck restaurantta bira içtik. Ordaki garson çok ukalaydı. Masanın üzerine su şişesi koymama taktı. Burası bir restaurant masaya bir şey koyamazsınız falan dedi, tamam az biraz görgüsüzüm ama turistlere böle mi davranılır aaaa. :)Neyse sonra ne varsa memleketimde var diyip Efes Kebab'ta dürüm yedik. Dürümü eritmek için az daha yürüdük ve soluğu bir barda aldık :) Genelde orta yaşlı insanların takıldığı bir mekandı ama Polonya'daki gibi bir gece hayatı da beklemiyordum :) Burda da Bruges zot ve Leffe biralarını denedim. Sonrasında da hostelin yolunu tuttuk. Yeni hayallerle uykumuza daldık, çünküüüü bir sonraki mekanımız Brüksel olacaktıııı:)
Brussels
Hımm. Brüksel hakkında ne demeli?Güzel şehir bence. Eski ve yeni yapılar içiçe, bu yüzden biraz İstanbul'a benziyor. Old town'ı küçük. Old town'ın içeri sokaklarında birçok lüks restaurant var ve çalışanlar müşteri çekmek için yapmadıklarını bırakmıyorlar. Burda aşırı bir zenci nüfusu vardı. Ama yine de Belçikalılar dışında en çok Türk gördüm heralde. Çok Türk vardı yaa.. Havaalanında check inimizi de Türk kızlar yapmıştı. Bir keresinde de trende 3 erkeğin çok komik konuşmasına tanık olmuştum. Birisi ötekine " Sen burda hiçbir şey yapmıyorsun, çalışmıyorsun, bacanağından geçiniyorsun" derken buna karşılık, lafları yiyen adam da "Sen de sürekli köy derneğine gidip çay içiyorsun, sen de bir işe yaramıyorsun" diyordu :)Belçika gibi bir ülkede kroluğu muhafaza etmelerine güldüm doğrusu neysee :)
Brüksel'de ilk ziyeret ettiğimiz yerler Mini-Europe'un girişi(ki burda da gurbetçi küçüklerin Türkçe küfürlerini duyduğumuzu, bizi gördüklerinde "offf kızlara bahhhh", Türk olduğumuzu öğrendiklerinde de "Ablaaa ablaaa" nidalarını işittiğimizi belirteyim) ve Atomium'du. Atomium atomu figürleyen heykelimsi bir yapı. Önünde 3-5 foto çekildikten sonra festival alanını dolaştık. Şansımıza mekanda Latin festivali diye bir şey vardı. Genelde latin yemekleri satılıp barlar da latinimsi bir tarzda dizayn edilmişti. Alandan ayrıldıktan sonra Cartoons ve musical instruments müzelerini gezdim, işeyen çocuk heykelini gördüm, hemen onun yanındaki waffle cılardan da waffle kaptım derken o anda tam bir Belçikalı olduğum hissine kapıldım :)
Gezdiğim yerler içerisinde benim için çok büyük anlamı olan bir yer bulunmaktaydı. Musical instruments museum!!!(İşeyen çocuk heykeli olcak hali yok ya :) ) Süper süper süper bir yerdiiiii.. Tam bana göreydii!!! 3 katlı olan bu müzede 1500-1600-1700-1800 lü yıllardan violinler, baslar, İngiliz gitarları, saksafonlar, flütler, pianolar, açıkçası klasik müziği yaratan her şey oradaydı. Müzeye girerken bir kulaklık verdiler, her enstrümanın numarasının yazılı olduğu alana yaklaşınca enstrümanın tınısı duyuluyordu. Bazı aletlerin sesini çok beğenen insanlar önünde uzanıp, sonsuz huzura varıyordu :) Piano ve nefesli aletler Fransa'dandı. Gitarlar İngiltere'den. İngiltere'den gelen birkaç piano vardı ve gayet ihtişamlılardı. Tunus'tan ud, Hollanda'dan falan da genelde kontrabas ve violin vardı. Kısacası müziğe benim gibi aşık olan herkesin bu müzeyi gezmesini tavsiye ederim. Dünyanın başka yerlerindeki müzik müzelerine de gidicem hayırlısıyla :)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder